Sabah güneşin ilk ışıklarıyla elimize aldığımız sıcacık bir kahve, güne başlamamız için adeta bir reset tuşu haline geldi. Osmanlı zamanında sosyal yaşamın merkezindeki kahvehanelerden günümüz kız isteme âdetine kadar, toplumsal olarak kahve tüketimi adeta sosyokültürel bir ritüel haline geldi.
Peki hayatın her alanında bulunan kahve salt gündelik bir alışkanlık mıdır yoksa küresel kapitalizmin yaşantımıza nasıl bilinç dışından işlediğini anlatan köklü bir örnek mi?
Antropolog William Roseberry, tam da bu olguya bir cevap arar. Ona göre kahve, dünyanın her yerinde paylaşılan küresel bir “meta”dır. Üretim sürecinde çoğunlukla Latin Amerika’daki ucuz işçilerin emeği işlenir, tüketim sürecinde ise sömürgeci ABD ve Avrupa şehirlerinde sınıf kimliklerini ve statülerini görünür kılar.
Roseberry, özellikle 90’larda yükselen “yuppie kahvelerine” dikkat çeker. Zincir kahvecilerden alınan bir americano, latte veya cappuccino yalnızca bir içecek olarak kalmaz; bir yaşam tarzının, kentli orta sınıf kimliğinin göstergesidir. Kahve, bir sosyalleşme kültür aracından sosyal statü ve kimlik tercihi gibi çok daha çeşitli anlamları da içerisinde barındırmaya başladı. Bu yönüyle kahve, Marx’ın “meta fetişizmi” kavramına da yaklaşır. Kahvenin gerçek değeri, üretim koşullarında değil, markasında yoğunlaşır.
Kahve piyasasındaki zincir markalardaki tekelleşme artarken kahve çeşitliliği de bir o kadar artmaya başladı. Şirketler, çok sayıda kahve seçeneği üreterek tüketiciye özgünlük duygusu ve seçim hissini aşılar; ancak bu seçeneklerin ardında aynı kurumsal yapılar ve küresel tedarik zincirleri vardır. Kapitalist neo-liberal düzendeki bu çeşitlilik illüzyonu, ucuz iş gücünden üretilen bir metadır ve hızlı üretim sisteminin standartlaştırılmış ürün yelpazesinden ibarettir. Tüketici, rafın önünde yalnızca seçim yapan bireydir; o seçimin arkasındaki emeğe dayalı karmaşık ilişkilerden tamamen koparılmıştır.
Benim için kahve çoğu anımın güzel bir eşlikçisi: Okulda bir bardak filtre kahveyle ders çalışmak veya arkadaşlarla köpüklü bir türk kahvesi içmek. Fakat Roseberry’nin de üzerinde durduğu gibi, bu kişisel deneyimlerin ve anların ardında küresel bir dengesizlik gizlenmiştir. Kahvenin üretildiği coğrafyalarda sömürü, düşük ücretli işgücü ve marjinalleştirilme yer alır. Tüketildiği ülkelerde ise “prestij” ve “zevk” öne çıkmaktadır.
Sonuç olarak kahve, modern hayatın ve sistemin çekirdekli aynasıdır. Roseberry ile beraber kahvenin hem küresel sömürü zincirini hem de sınıfsal bir meta haline yeniden üretimini temsil ettiğini görüyoruz. Belki de bir fincan kahveyle sadece günün yorgunluğunu atmıyoruz; aynı zamanda kimliğimizi, toplumsal konumumuzu ve yerimizi yeniden şekillendiriyoruz.