Petek Çırpılı’nın kitabı, uygarlık tarihini her zaman egemenlerin bakış açısıyla sunulmasının aksine, mutfak ve yemek üzerinden farklı bir perspektif sunuyor. Yazar, tencereyi tarihin bir kenar süsü olmaktan çıkarıp, olayların merkezine yerleştiriyor. Kitapta, kölenin saçında sakladığı bamya tohumlarından Kraliçe Viktorya’nın yeme alışkanlıklarına, savaş alanındaki piknik sepetlerinden Doğu Ekspresi’nin küçücük mutfağına, Antik Roma’daki gladyatörlerin arpa lapasından toplama kampındaki kadınların hayali sofralarına kadar geniş bir yelpaze sunuluyor. İmparatorların yanı sıra, sıradan insanların da sofradaki payı vurgulanıyor.
Kitaptaki her bir yazı, kendi içinde tamamlanan, sıkıca örülmüş küçük birer hikâye gibi. Bölüm başlıkları, okuyucuya eğlenceli ve merak uyandıran bir ton vaat ediyor. Bu yapı, kitabın baştan sona bir ders kitabı gibi değil, okuyucunun istediği konudan başlayabileceği bir dergi gibi okunmasını sağlıyor.
Vedat Ozan’ın sunuşu, yemeğin sadece karın doyurmakla kalmayıp, aynı zamanda haz için sürdürüldüğünü vurguluyor. Lezzetin evrimin itici güçlerinden biri olduğunu belirtiyor. Petek Çırpılı’nın yaptığı işin, bilgiyi kuru bir envanter olarak değil, hikayeleştirerek sunmak olduğunu ifade ediyor. Okuyucu metnin içinde gezinirken hem öğreniyor, hem gülümsüyor hem de kendi yeme alışkanlıklarını sorguluyor.
Çırpılı’nın önsözde anlattığı çocukluk sahnesi, kitabın özünü oluşturuyor: Bir torba midyeyi kendi parasıyla alıp eve koşan küçük bir kız, anneannesiyle midyeleri temizleyip pişiriyor ve akşam yemeğini ailesiyle paylaşıyor. Yemek, sadece bir tüketim eylemi değil, aynı zamanda yetişkinliğe geçişin, paylaşmanın ve öğrenmenin bir aracı olarak sunuluyor. Çırpılı’nın Kuzguncuk’taki tarihi evinde kurduğu “Kuzine 34” sofraları da bu düşünceyi destekliyor.
Kitap, güçlü hükümdarların ve sarayların gölgesinde kalmış hayatları sofradan bakarak görünür kılıyor. Açlıkla terbiye edilen halkların unutulmuş travmalarını hatırlatıyor. Versailles Sarayı’ndaki ziyafetlerle açlığa mahkum edilenlerin karşıtlığı, toplama kamplarındaki hayali sofralar, savaşlardaki yemek kazanları gibi unsurlarla tarihin derinliklerine iniliyor.
“Tarihin Tenceresinden”, günümüze yönelik bir vicdan çağrısı da yapıyor. Doğal dengenin bozulması, iklim krizi ve gıda adaletsizliği gibi konulara değiniliyor. Geçmişte kıtlıkla mücadele edenlerin günümüzde nasıl unutulduğu ve sınırsız tüketimin sorgulanmaması eleştiriliyor. Yazar, okuyucuyu yediğimizin, içtiğimizin nasıl üretildiğini merak etmeye teşvik ediyor.
Kitabın dili, ağır konulara rağmen akıcı ve okuyucu dostu. Mizah ve çocukluk anılarıyla süslenmiş anlatım dili, okuyucuyu içine çekiyor. Bölüm başlıkları bile bu dili yansıtıyor.
Kitapta bazı temaların tekrar etmesi, bilinçli bir ısrar olarak yorumlanabilir. Yazar, okuyucunun aynı noktalara defalarca bakarak alışmamasını sağlamaya çalışıyor. Kitap, akademik bir tez değil, araştırmaya dayalı, anlatıyı merkeze alan bir popüler tarih çalışması olarak öne çıkıyor.
Sonuç olarak, “Tarihin Tenceresinden” bir yemek kitabından ziyade, yemek üzerinden anlatılan bir insanlık hikayesi. Yazar, tencerenin kapağını her kaldırdığında, içinden köleler, işçiler, aşçılar, krallar, ev kadınları, tren yolcuları ve kamp mahkumları gibi farklı yaşamlar çıkıyor. Sofra, insanları eşitlemese de birbirine bağlıyor. Kitap, okuyucuya yemeğe farklı bir bakış açısıyla yaklaşmasını sağlıyor ve okuyucuyu tarihi de sofraya davet ediyor.
