Barbaros Altuğ’un yeni romanı “Uzun Bir Kışın En Karanlık Gecesi”, Everest Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. Roman, Berlin’de yaşayan Güneş adlı bir yazarın, Türkiye’de kaybolan genç subay Güneş T.’nin haberini almasıyla başlıyor. Şile’de meydana gelen bu gizemli kayboluş, anlatıcıyı seneler önce terk ettiği İstanbul’a geri dönmeye mecbur bırakır. Güneş, hem kaybolan subayın sırlarla dolu hayatının hem de kendisini kaçmaya zorlayan geçmişinin “konuşulmayan” gerçeklerinin izini sürmeye başlar.
Altuğ, bu romanında iki Güneş’in paralel kaderleri üzerinden toplumsal baskı, “yabancılık” hissi, hafıza ve bastırılmış arzuları odağına alıyor. Anlatıcı, vahşice öldürülmüş bulunan subayın gizli dünyasını araştırırken, kendisinin de ilk aşkı Ayhan’la yaşadığı ve ülkeyi terk etmesine neden olan travmatik şiddet olayıyla tekrar yüzleşmek zorunda kalır. Eser, Thomas Mann’ın “Venedik’te Ölüm” romanına yaptığı göndermelerle edebi bir derinlik yaratırken, bir cinayetin ardındaki toplumsal sessizliği ve inkârı sorguluyor.
Barbaros Altuğ’un “Uzun Bir Kışın En Karanlık Gecesi”, kişisel ve toplumsal hafıza arasındaki karmaşık ilişkiyi inceleyen bir yapıt. Altuğ, okuyucuyu hem bir kayıp vakasının ardındaki sır perdesini aralamaya hem de bir toplumun kendi karanlığıyla, susturduklarıyla ve unutturduklarıyla hesaplaşmasına davet ediyor.
Kitaptan bir alıntı:
“İnsan neyle yaşar?
Hava ve su.
Ekmek ve et.
Hayaller.
Umut.
– ama başka?”
Şile’nin yerel gazetelerinde çıkan bir haber: Subay Güneş T. kayboldu. Ardından, İstanbul’a yakın o küçük şehirde bir deprem meydana gelir. Ve Berlin’den, dünyaya ait olamayanların sığınağından bir anlatıcı seslenir.
Barbaros Altuğ, dördüncü romanında ihmalleri ve sonuçsuz soruşturmaları, alınmayan önlemleri ve yakalanamayan katilleri, şiddet ve homofobinin egemen olduğu coğrafyalarda kaybedilen umutları bir gazete haberinden yola çıkarak gün yüzüne çıkarıyor. Bir şehrin tarihi yeniden yazılırken, hikayesini yazmaya söz verdiği Güneş’lerin ve onların en karanlık gecelerinin unutulmasına izin vermiyor.
“Deniz kenarına kurulmuş sarayları, gerçek sahipleri sürgünde ölen hanları, o hanların servetiyle dikilen kaçak gökdelenleri, kimsenin gitmediği camileri, gidecek kimsenin kalmadığı kiliseleri, kuşların, tilkilerin ve erguvanların yuvası olması gereken yere kondurulan pahalı evleri ve şehrin dört bir yanına yayılan gri apartman bloklarını toprağına ve denizine gömüyordu. Parçalanan toprağındansa, şehre bir zamanlar evim diyenlerin, farklı alfabelerde yazılan isimleri kazılı mezar taşları fışkırıyordu. İstanbul, binlerce yıldır toprak altında saklanmış olsa da büyük ve mutsuz bir mezarlık olduğunu hatırlıyordu.”
