Dışarı çıkmadan önce gardırop karşısındaki o “Bugün ne giyinsem?” sorusu hepimizin hemen hemen her gün cevabını aradığı bir cümle olsa da, aslında altında bambaşka özneleri barındıran derin bir soru soruyoruz: “Bugün hangi kimliğe bürünüp insanlara sunacağım?” Moda, yalnızca üstümüze geçirdiğimiz bir kumaştan öte kimliğimizi, dış dünyaya bakış açımızı etkileyen bir ifade biçimidir. Moda, insanlık tarihinin başından beri pek çok değişime şahitlik etmiş ve dönemin inanış biçimlerini, siyasi ideolojilerini, sınıf ve statü gibi baskın toplumsal yapılarını yansıtan çok katmanlı sosyolojik bir yapı olarak, hala günümüzde bedenimiz ve zihnimiz üzerinde otoritesini canlı tutan bir olgu.
George Simmel’e göre moda, bireyin hem farklılaşma hem de aynılaşma ihtiyacının toplumdaki bir yansımasıdır. İnsan, doğasından ötürü hem öznelliğini koruyarak diğer insanlardan farklı olduğunu hissetmek ister aynı zamanda da toplumun ideallerine uyum sağlayarak kollektif bir uyum ve aidiyet ihtiyacı arar. Moda, insanda doğan bu gerilimi yönetmenin estetik bir aracıdır. Aynı zamanda moda, dönemin seçkinci gruplarındaki hegemonik değerlerin alt gruplara pazarlanmasında büyük bir rol oynar. Üst sınıftaki bir grup insanın modası daha alt statüdekilerden ayrışmaya yöneliktir ve toplumsal tabakalaşmayı ve sınıflı bir toplumu pekiştirir. Pierre Bourdieu ise, modayı habitus ve kültürel sermaye kavramlarıyla açıklıyor. Ona göre moda, tüketici toplumda ait olduğumuz sosyal sınıfın ve statünün görünür bir sembolüdür. Tüketici toplumda, yüksek moda markalarına erişim yalnızca maddi bir olgu değil, kültürel sermayenin bir belirtecidir: neyi, nerede ve ne zaman giyineceğini bilmek bir sosyal kodun parçası olmaktır.
Moda politik duruşun da giyilebilir bir simgesi. En sevdiğim tasarımcılardan olan Vivienne Westwood bunun çarpıcı örneklerinden sadece birisi. 1970’lerde bireyselci ifadenin özgürlüğü ve sistemin isyanı olan punk kültürünü, giyilebilir bir başkaldırıya dönüştüren Westwood, dönemin asi ruhunu provokatif sloganlarla, vahşi ve extravagant tasarımlarıyla podyumu yalnızca bir sergi alanı değil bir protesto aracı olarak kullanarak dönemin İngiltere’sine meydan okur. Westwood, “Moda yalnızca güzel görünmek için değildir.” diyerek, kıyafetleri politik bir mesaj haline dönüştürdü.
Modanın zamanın ruhunu ve inanışlarını da yansıttığından bahsettik. Örneğin 1920’lerde flapper elbiseleri kadınların savaş sonrası zamanlarındaki özgürleşme isteğini yansıtırken; 1930’lar ve 40’larda kadınların pantolon giyinmesi, yalnızca rahatlık adına atılmış bir adım değil dönemin toplumsal cinsiyet rollerine meydan okuyarak kadınların kamusal alandaki varlığına dair feminist bir sembol haline gelmiştir. 1980’lerde vatkalı “power suits” kadınların iş dünyasındaki görünürlüğünü simgelerken; pandemi döneminde hayatımızın merkezi olan eşofman ve rahat giyim, kolektif bir yavaşlamanın ve konforun göstergesi haline geldi. Alt kültürler ise bu ruhun karşısında yankılanan bir ses oldu. Punk, hip-hop ve goth gibi modalar, ana akım medyanın sunduğu kimliklere alternatif sahneler yarattı. Fakat tüketici toplum ile beraber bunlar zamanla fast fashion kültürü ile birlikte ana akım tarafından marjinalleştirilip, estetikleştirilmesiyle “evcilleştirildi” ve kültürün içerisinde bulanıklaştırıldı.
Toplumsal cinsiyet kalıpları ve normatif kurallar da modanın en belirgin uzantılarından biri. Kadın giyiminin renkli, süslü ve feminen; erkek giyiminin ise sade, işlevsel ve maskülen olması gibi kalıplar toplumsal cinsiyet normlarını tekrardan servis eder hale getirdi. Ancak 1980’ler ve 90’lar modasında Haute Couture koleksiyonlar ile özellikle Jean-Paul Gaultier, Thierry Mugler ve Versace gibi tasarımcılar, kadın bedenini ihtişam ve güç ile birleştirerek podyumlara taşıdı. Gultier’in erkekler için tasarladığı etekler ve Mugler’in zırh görünümlü şatafatlı elbiseleri, modadaki toplumsal cinsiyetle ilgili kalıplaşmış yaklaşımlara meydan okudular. Günümüzde de podyumlarda ve sokakta unisex tasarımlar ve androjen yüzler modanın cinsiyet üzerine kalıplaşmış yargıların hem dönüştürücü hem taşıyıcısı yapıyor.
Sonuç olarak “Bugün ne giyineceğim?” sorusu yalnızca kişisel ve estetik bir tercih değil, kimliğimizin, toplumsal ideolojilerimizin ve dönemin ruhunu yansıtan sosyolojik bir sorudur. Simmel’in de dediği gibi moda, hem farklılaşma hem de uyum ihtiyacımızı beraberinde barındırır. Üzerimize giydiğimiz her şey bir mesaj taşır ve her parça dönemin birer sessiz manifestosudur. Bu yüzden sabah dolap karşısında sorulan o basit soru, toplumsal hayatın derin sorularından birine dönüşür: “Bugün, kim olacağım?”