Özer Ciravoğlu’nun şiir kitabı “Üzünç Evi” sadece bir kitap değil, aynı zamanda bir bellek kapısı. Kitabı elime aldığımda, gençliğimden bir sima, bir gülüş, bir tavır canlandı. Özer Abi’yi Dilay Kitabevi’nde, Ganita’da görürdük. Hep güler yüzlü, sıcakkanlıydı, sanki yanımıza oturup halimizi hatırımızı soracakmış gibiydi. Bizim için “şair” kelimesi önce bir duruşu, sonra bir kitabı ifade ederdi. Bu nedenle, Üzünç Evi benim için bu hafta sadece bir kitap değil, anılarımın canlandığı bir kapı.
Özer Ciravoğlu denince akla şiirden önce Trabzon gelir. Trabzon’u hayata, söze, şiire bu kadar doğrudan bağlayan çok az insan vardır. Kardeşi Öner Ciravoğlu’nun da belirttiği gibi, bazı şairler bazı şehirlerle özdeşleşir. Yahya Kemal’in İstanbul’u, Ceyhun Atuf Kansu’nun Ankara’sı gibi, Özer Ciravoğlu’nun da Trabzon’u vardır. Bu iddia sadece bir övgü değil, çünkü Özer’in şiirlerinde kentin sesi sadece arka plan değil, başroldedir. Meydan Parkı’ndaki kalabalığın sesi, belediye koridorunun yorgun ışığı, Kıyı’daki sohbetler, Ganita kıyısında yosun kokusuna karışan veda duygusu, hepsi şiirin temelini oluşturur.
Kitabın kapağındaki Trabzon evi çizimi bile Özer Ciravoğlu’nun şiirinin soyut bir gökyüzüne değil, bir kapıya dayandığını gösteriyor. Bir eve girer, bir masaya oturur. Şiir, “hayatın içinden geçen bir ses” olarak kurulmuştur. Kitapta yeni şiirlerdeki kırılgan, yaşanmış duygular ve eski dönemlerden seçilen toplumsal duyarlılıklar bir arada akıyor. Bu iki damar birbirini zayıflatmıyor, aksine birbirini açıklıyor. Önceki kitaplarında bireyin ve kentin yaraları aynı şiirde buluşuyordu. “Üzünç” kelimesi, hüznü romantize etmeyen, dramayı büyütmeyen, daha çıplak, daha içeriden bir ağırlığı ifade ediyor. Bu ağırlığın bir adresi var: ev. Şair, duyguyu bir yere yerleştiriyor ve okuyucuyu o eve davet ediyor.
Kitaptaki “Ganita” şiiri, o sahili bilenler için sadece bir sahil değil, gençliğin, itirazın, dostluğun ve vedanın mekanıdır. Şiirde deniz “ölümsüz”, yosunların “bilinmeyen senfonisi” duyuluyor, masada bir “elveda şarkısı” çalıyor. Bakışlar dağılıyor, bir kopuş yaşanıyor, ancak bu kopuş sadece iki insan arasında değil, bir kuşağın kopuşu gibi.
Ciravoğlu’nun mimarlık eğitimi, şiirine mekânı okuma dikkati olarak yansıyor. Kelime israfı yok, süslemeden, kabartmadan yazıyor. Gereksiz çıkıntıları törpüleyen bir mimar gibi, duygunun fazlasını kesiyor. Büyük cümlelerle değil, doğru konmuş bir çizgiyle anlatıyor. Yalınlık, sıradanlık değil, ustalık ifadesi. Ahmet Özer’in değerlendirmesinde belirtildiği gibi, Ciravoğlu yaşadığı her “an”ı şiire dökmekten çekinmiyor, bunu saklamadan yapıyor. Bir dostunun acısını da yazıyor, bir tiyatro oyuncusunun yüzünden aldığı ışığı da, evdeki yalnızlıktan yükselen aşkı da. Şiiri hem kendini saklamıyor, hem de kimseyi ezmiyor.
Ciravoğlu, 68 Kuşağı’nın sorgulayan tavrıyla hayatın içinden damıttığı şiiriyle tanınıyor. Politik olanı şiirine alıyor, ancak nutuk çekmiyor. Sokağı yüceltip insanı unutan dilden uzak duruyor. Öfke var, ancak bu öfke incinmiş bir insan sesinden geliyor. “Bakın bu yanlış” derken bile, insanı önceleyen bir merhamet tınısı bırakıyor. Birlikte yaralanmak gibi bir durum.
Üzünç Evi, bireysel ve toplumsal kırılganlığın ayrılmadığını gösteriyor. Bir aşk kopuşu da, bir kuşağın yorgunluğu da aynı sayfada durabiliyor. O sayfa, “Bu da hayatın bir odasıdır, gir bak istersen” diyor.
Trabzon’dan dönerken yanımda sadece bir kitap taşımıyorum. Kıyı Dergisi standında verilen bir hediye, Dilay Kitabevi’nin içinden duyulan bir kahkaha, Ganita’da yan masada oturuyormuş hissi ve bir ev: Üzünç Evi. Ciravoğlu’nun şiiri, büyük bir jest peşinde değil, küçük şeylerin unutulmamasını istiyor. Bir sehpanın üzerindeki bardak izi bile, bir kentin tarihine dönüşebilir, bir insanın yüzündeki çizgi bile, bir kuşağın yorgunluğunu anlatabilir. Ciravoğlu’nun şiiri, denizin kıyıyı dövüp kurması gibi, kenti dövüyor ve kuruyor, bizi sarsıyor ve toparlıyor. Üzünç Evi artık sadece bir kitap adı değil, içeri girince insan sesini bulduğum bir oda. Ve o oda bende kalacak.
