Bu dönem, sadece bir sürgünlük hikayesi değil, aynı zamanda sanatının olgunlaştığı, evrenselleştiği ve dünyaya açıldığı bir dönemdi. Nazım’ın Rusya günleri, acıyla umudun, yalnızlıkla dayanışmanın, hasretle yaratıcılığın iç içe geçtiği karmaşık ve verimli bir dönemdi.
Moskova’ya İlk Geliş ve İdeolojik Şekillenme (1921-1924)
Nazım Hikmet, gençlik coşkusu ve devrimci heyecanıyla ilk kez 1921’de Moskova’ya geldi. Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde (KUTV) sosyalizm, politika ve ekonomi eğitimi aldı. Bu yıllar, onun dünya görüşünün şekillendiği, Marksist-Leninist felsefeyi içselleştirdiği ve gelecekteki sanat anlayışının temellerini attığı yıllardı. Rus Fütürizmi ve Konstrüktivizm gibi avangart akımlardan derinden etkilendi. Mayakovski’nin “sokakların fırçası, mitinglerin paleti” olma idealini benimsedi ve şiirlerinde biçimsel devrimi gerçekleştirmeye başladı. Bu dönem, onun sadece bir şair değil, aynı zamanda bir “devrimci sanatçı” olarak kimliğinin inşa edildiği yıllardı.
Sürgün Yıllarına Giden Yol ve Zorunlu Moskova Dönüşü (1951-1963)
1950’de Türkiye’den çıkarılmasının ardından, önce Romanya üzerinden Moskova’ya geldi. Bu, artık gönüllü bir öğrenci değil, vatansız bir sürgündü. İlk zamanlar büyük bir yalnızlık ve aidiyet sorgulaması yaşadı. “Memleketimi özledim” dizeleri bu dönemin derin acısını yansıtır. Ancak Nazım, içindeki yaratıcı gücü asla kaybetmedi. Sovyet Yazarlar Birliği’nin desteği ve kendisine sağlanan olanaklar, onun yeniden üretmesi için bir zemin oluşturdu.
Rusya’da Entelektüel ve Sanatsal Çevre
Moskova, Nazım için sadece bir sığınak değil, aynı zamanda dünya çapında bir entelektüel arenaydı. Pablo Neruda, Yannis Ritsos, Pablo Picasso gibi isimlerle kurduğu dostluklar, onun sanatını evrensel bir boyuta taşıdı. Sovyet sinema dünyasının önemli isimleriyle, özellikle de yönetmen Sergey Yutkeviç ile çalıştı. Senaryolar yazdı, film projelerinde yer aldı. Bu ilişkiler, onun şiirindeki görsel ve dramatik öğeleri daha da güçlendirdi. Rus edebiyat geleneğinden, özellikle Puşkin, Mayakovski ve Çehov’dan ilham almayı sürdürdü.
Vera ile Aşk ve Yaratıcılığın Simbiyozu
Nazım’ın Rusya günlerinin belki de en önemli kişisel başlığı, doktor Vera Tulyakova ile olan büyük aşkıdır. 1955’te tanıştığı Vera, onun hem hayat arkadaşı hem de ilham perisi oldu. “Vera’ya Mektuplar”, bu dönemdeki en dokunaklı ve lirik eserlerinden biridir. Vera, Nazım’ın sürgün hayatındaki yalnızlığını dindiren, onu ayakta tutan bir güç oldu. Bu ilişki, şairin son dönem şiirlerine hüzünlü ama bir o kadar da coşkulu bir aşk teması kattı.
Sürgünde Hasret ve Evrensellik Dengesi
Nazım, Rusya’da geçirdiği yıllar boyunca iç hesaplaşmalarını asla bırakmadı. Şiirlerinde sık sık memleket özlemini, Anadolu’nun köylerini, İstanbul’un sokaklarını ve Bursa Cezaevi’ndeki günlerini işledi. Bu hasret, onun yaratıcılığının temel damarlarından biri oldu. Ancak bu özlem, onu içe kapanık bir şair yapmadı. Tam tersine, memleket sevgisini, dünya halklarının kardeşliği, barış ve sosyalizm idealleriyle harmanlayarak evrensel bir sese dönüştürdü. “Sen yanmazsan / ben yanmazsam / nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa” gibi dizeleri, artık sadece Türkiye için değil, tüm dünya için söyleniyordu.
Son Yıllar, Ölüm ve Miras
Nazım Hikmet, 3 Haziran 1963’te Moskova’da bir sokakta geçirdiği kalp krizi sonucu hayata veda etti. Novodeviçi Mezarlığı’na gömüldü. Mezar taşı, bir sürgünün trajedisini değil, bir dünya vatandaşının, evrensel bir şairin mirasını simgeler. Rusya’daki yılları, onu vatanından koparıp sürgün etse de, sanatını besleyip büyüterek onu ölümsüz kıldı.
Nazım Hikmet’in Rusya günleri, bir kaybın ve bir kazancın, bir yıkılışın ve bir yeniden doğuşun iç içe geçtiği paradoksal bir dönemdi. O, Türkiye topraklarından kopmuş ama şiirini dünya toprağına ekmişti. Moskova’daki bir daire, onun için hem bir sığınak hem de dünyaya açılan bir pencere oldu. Bugün, şiirleri onlarca dile çevrilmiş ve dünyanın dört bir yanında okunuyorsa, bunda Rusya’da geçirdiği, acıyla yoğrulmuş ama direnç ve yaratıcılıkla parıldayan o uzun günlerin payı tartışılmazdır.