Sait Faik’in Bitmeyen Kefareti
Sait Faik bir kefaret yazarıdır. Hakkındaki yazılarda onun bu tarafına hiç vurgu yapılmaz ama gözden kaçırılmaması gereken, onun yazarlığının temel yönü olan kefaret kavramı ile yazarlık amacının, poetikasının ne olduğunu anlamaya daha çok yaklaşılabileceğidir. Sanatını oluşturan temel bir kavramdır kefaret ve onun bu yanının anlaşılması Sait Faik’in yazarlığının da anlaşılması demektir.
Sanatın Kefareti
Sanatsal bir yaşam kefareti gerektirir. Bir insanın kendini buna maruz bırakmasında gerekçeler anlaşılmaz olabilir, yazı ile karşı karşıya kalmak ve yaşamı yazı üzerinden bir tür teselli aracı olarak görmek iyi edebiyatın temel özelliklerinden birisidir. Edebiyatın ortaya çıkmasından beri edebiyat kefareti dillendirir, anlatıcı için bir tür sağaltma aracı olarak görünür. Sanatsal ifadeler böylesi yazılarda daha belirgin, daha öndedir ama karşılığında telafisi imkânsız anlar vardır ve içten içe elde kalanın sadece yazı olmasından anlatıcı müphem bir rahatsızlık duymaktadır. Yine de döngüsel tanım gereği, kefaretini ancak bu şekilde ödeyebilmektedir.
Çünkü kefaret ödenmekle bitmeyecek bir yükümlülüğü ödemeye çalışmaktır. Belki sanatçı bunu fark ettiği için kendisini böyle bir yaşama zorlamıştır, yaşamındaki trajedileri –ki her trajedi anlatısında kahraman başına dram geleceğini bilmez- sanatçılığı için gerekli görmüştür ama diğer taraftan bunun yükümlülüğü altında acı çekmektedir. Sanki kazandıkça kaybedilen bir oyun gibidir yaşamı estetize etmeye çalışmak. Bunun bir bedeli vardır ve büyük sanatçıların yaşamının sefalet ile geçmesinde kaçınılmaz olarak kefaret kendisini gösterir. Sanatçının eserlerini anlamak için onun yaşamındaki kırılmaları bilmek önem taşır bu açıdan, artık metnin dışına çıkılması gerekir ki bu trajedi bütün boyutlarıyla, her açıdan görülebilsin.
Çürümeden Çok Önce
Sait Faik’in Çatışma öyküsünde (Kervansaray, sayı 2, 1952) bir kefaret anlatısına tanık oluruz. Anlatıcı artık zamanı kaybetmiş bir yerden, zamanın iç içe geçtiği bir noktadan başlayarak öyküsünü anlatmaya koyulur. İstediği bir zaman parçasını yakalayabilmektir. Sanki her şeyin bozulduğu ve bir daha telafi edilmeyecek anı gördüğünde bir tür zihinsel terapisini sağlayabilecektir. Yaşamındaki kırılma noktası olarak bulmaya çalıştığı şey onun hem mahvına hem de kurtuluşuna sebep olacaktır.
Nitekim kefaret böyle bir kavramdır ve Hıristiyan teolojisi bu sebeple kefaret üzerinde sıkça durur. İsa’nın yaşamını çarmıhta vermesi, diğer insanların günahlarının ödenmesi, kefaretidir. Bir daha telafisi olmayacak şekilde İsa bu kefareti öder; çok güç ve zor bir ödeme şeklidir ama yapılması gerekiyordur. Kefaret her zaman büyük yükümlülüğü ve acıyı barındırır. Onun nezdinde çarmıhta acılar içinde ölmek, Tanrı’ya karşı insanlığın günahlarını yüklenmesi ve yapılmış günahların temize çıkarılmasıdır. Yaşam ancak bu kefaret ile başka bir yola girebilecektir çünkü insan yaptıklarının sorumluluğunu duymalıdır. Kefaretten kurtulmak kolayca olası değildir.
Yazarın çarmıhı yazıdır ve kendisini buna razı eder. Anlaşılmaz olan tarafı buradadır, kendi yaşamı üzerinden –okuru da kapsayacak şekilde- kefaretini öder. Vicdani rahatsızlığını azaltmak ya da gidermek için bu kefareti bir yaşam pahasına yani kaçırılmışlıklar üzerinden anlatamaya koyulan kişidir sanatçı. Onun vicdani yükümlüğü ise yaşamdan duyduğu hazda belirir. Haz her zaman günahı peşinde getirir; çünkü hazzın sınırlarının vardığı yer günah ile ilintilidir.
Yazar dilden haz alır, yaşamı şiirsel olarak kurgular ve bu şiirsellik ona haz verirken, maruz kaldığı yaşam bir günah yaşamıdır, kefaret ile ödenmesi gereken ve bundan hiçbir zaman kurtulamayacağı türden bir yaşamdır. Hazzın doruklarında görülmeyen bu durum, gittikçe kendisini günah ile sarmalanmış bir yaşama bırakır. Günah, yaşamın kaybolmasıdır, kibirdir ve en başta kendine karşı zarar vermektir.
Çatışma hazzın sonunda başlar, şiirsel ifade yani dünyayı kavrama yetisinin sonuçlarının dilidir kurulan:
“Çürümeden çok önce, galiba kokuşmadan da evvel, ölümle dirim arasında geçen kavganın sonundaki boşlukta; birtakım ecza şişelerinin küçüklü büyüklü, sıra sıra dizildikleri, ağızlarını açıp bekleştikleri zamanı; ötekisi ile; sıcacık bir oda ve bir sepet içinde kokmaya, bir kurt yüzünden bozulmaya, delirmeye, canlanmaya hazırlandıkları zaman parçası ile karıştırıyorum. Burnuma yıldızlardan, çamurdan, tohumdan, yosundan, denizden, albümin ve asit parçalarından güzel diyebileceğim bir koku; taze balıkların taze kokusu daha meme emmemiş, yıkanmamış çocuk kokusu, süt kokusu, bir genç saç kokusu geliyor.”
Her şeyin nerede bozulduğunu görmek ihtiyacı, kefaretin başlangıcıdır. Günahın üzerine düşündüğünüzde kaçınılmaz olarak bunun başlangıcını görmek istersiniz. Fakat geçen zamanla birlikte zamanın algısı da tahrif olmuştur, artık algılanan dünya zamanı değil, daha içten ve kendisinin sezebildiği bir zamandır. Burada zaman bir insan yaratır, o sadece zamanın yarattığı ve gerçekle bağı olmayan bir düş-insandır:
“Birdenbire viyaklayarak bir çocuk doğuyor. Birdenbire; saniyelerle seneler birbirine karışmış bir halde büyüyor. On beş, on altı yaşlarında güzel bir erkek çocuk oluyor.”
Anlatıcının yanında duran çocuk zamanın iki yönünden, ecza şişelerinin yani yaşamı belirleyen nesnelerin ve çürümeyi gösteren bir kurt yüzünden bozulmuş zaman tarafından yaratılır. Yaşamı ve çürümeyi yani ölümü temsil eden bu çocuk ile anlatıcı kavga etmeye başlar. Çocuk, anlatıcıdan af dilemektedir:
“‘Babacığım’ diyor, ‘beni affet’”.
Çocuğun neden af dilediğini anlatıcı bilmez. Bu yaratılan on beş on altı yaşlarındaki çocuk sadece af dilemek ve daha sonra anlatıcı yani babası ile yüz yüze gelmek için yaratılmıştır. Anlatıcının onun yaşlarında yaptığı ve telafisi olmayan bir hatanın tezahürüdür. Çocuk, şimdiki zamanda anlatıcının kafasında yaratıp yüzleştiği geçmiş halidir. Bu yüzden anlatıcının haline bakıp çocuk af diler, geçmişte yaptığından dolayı pişmandır, o an anlayamadığı hatası bütün bir yaşama sebep olmuştur.
Çok geçmeden bu benlik bölünmesine bir kadın ve erkek daha eklenir. Kadın, annedir ve ölmüştür:
“Çocuk da, babası da, bir kenarda gözlerini açmış onlara bakan bir başka adam da ölmüş ananın, çocuğun yanındaki yerine telaşsız bakıyorlar. Görüyorlar bu üç kişi de o garip, fosfordan, böcekten, kardan ve kıştan, balık pulundan, mermerden ve buzdan, sıcaktan ve soğuktan kadını.”
Kadın artık anlatıcının yaşamında olmadığı için ölüdür, her kaybedilen insan gibi artık yaşamıyordur, onun fiziksel olarak yaşamda olmasının bir karşılığı yoktur; o kaybolmuştur ve kaybolmak ölümle eşdeğerdir, artık telafisi yoktur.
Belki hiçbir zaman kadın varolmamıştır, sadece zihnin acısını dindirmek için ve kaybettiğini mistifikasyona uğratarak daha önemli gördüğü birisidir. Kaybedilenler için sıklıkla bu yüceltmeye başvurulur, onunla yaşanmamışlıklar zihinde sanki yaşanmış gibi görülerek kaybedilen kişinin ne kadar değerli olduğu yanılsamasına düşülür. Zihin bu anları zaten yaşayarak, gerçekte de böyle olmasını ister ve gerçeklikte bunlar olmayınca acı ve yas kendisini gösterir. Halbuki zihinde bu anlar yaşandıkça bunların gerçek yaşamda tekrarına pek gerek yoktur, bu sebeple beklenen birisine kavuşulduğunda hayal kırıklığı yaşanır.[1] Zihinde olanlar her zaman tek taraflı kurgulardır ve kişinin durduğu yerden, diğerini hesabını katmadan yaptığı bir kurgudur:
“Ama baba adam bir silkinişte bu yalancı yokluğu, var gibi bir şiddetle kafasından iter itmez kadın yoktu ki kaybolsun.”
Kurgunun kaçınılmazlığı ise yaşamda kalmak için gerekli olmasıdır. Ancak bu şekilde yaşamdaki kırılmaların tedavisi yapılabilir. Zaten bu yapılmadığında veya o anda yapılamayacak gibi göründüğünde intihar baş gösterir. Yazı tam da bu noktada artık bir kefarettir ve yaşamsal gerekliliktir.
Diğer adam, daha sonra anlaşıldığı üzere kadınla birlikte olan ve anlatıcının vazgeçmesine sebep olan kişidir. Kırılma anının tam yeri burasıdır:
“Çocukla babası arasındaki şahit daha fazla duramıyor. Kadının arkasına düşüyor, aşktan kudurmuş gibi bir gülüşle gidiyor. Kalıyorlar baba oğul yalnız…”
Baba-oğul ya da anlatıcı ve onun alter-egosu artık bir çatışma içine girip kayalıkların arkasından birbirlerine silah çekeceklerdir.
İçine düşen kurt bir çocuk olarak belirmiştir:
“Ben evlenmedim. Tabii çocuğum da olmadı. Ama varsa… Olabilir a. Benim kurdum bir ölmeyecek yerde saklanıp beklemiş ve bir beyaz kadının içinde büyümüştür. O kadını hayal meyal görüyorum.”
Öykünün yayım tarihinin 1952 gibi Sait Faik için geç bir dönem olduğunu göz önüne alırsak, yazarın pişmanlığının o kadının içinde büyüttüğü kurt olduğu görülebilir. Adeta o kadını bıraktığı, onun sunacağı yaşamı kolaylıkla geri çevirdiği ve gençliğindeki önünde sonsuz bir yaşamın olanaklarının uzandığı yanılgısı içinde üstünde durmamasına rağmen, şimdi bunun öyküsü ile kefaretini ödemektedir. Bir başka sınıftan önüne çıkan ve buluşmasını engelleyen çocuk, daha sonra düşündeki çatışmada kadının arkasından giden adam olarak belirir. Ama önceleri, daha bir dram yaşayacağını görmediği zamanlarda onunla haz dolu, kibirle ve haliyle günahla konuşmuştur:
“- Sana yalvarırım, diye diz çöktü çamurun içine. Sen onu almazsın. Ben evleneceğim. Sen olmasan bu iş çoktan olacaktı. Ben okumayacağım. Bizim dükkânımız var; orada çalışacağım. Hemen evleneceğiz. Yapma, n’olur? Bak biliyorum yarın randevunuz var. Koruya gideceksiniz. Gitmeyiver. Ne olur? Ne kaybedersin? Sen zevkini sürdün. Bırak. Sen başkasını da bulursun ama gidersen bak… dedi kaldı. ‘Karışma’ diye tehdit edemedi. Gözleri yaş içinde idi.
– Peki anam dedim, peki. Vallahi gitmeyeceğim.”
Anlatıcı sözünü tutar gitmez ve otuz sene sonra yaptığının yanlış olduğunu görür. Verdiği yanıttan bunun kendisine güvenen, önünde sayısız imkânlar olduğunu düşünen ve peşinden gelen üstünlük duygusu –çünkü karşı taraf ağlıyordur- ile davrandığını kavramıştır. Böylesi bir tutum onu günahının kefaretini ödemeye iter. Aradan uzun bir zaman geçmesine rağmen ve haliyle artık telafi edilemeyecek bir durum olmasına karşılık elinde yapılabilecek tek şey yazmak kalmıştır.
Sanatçılığını besleyen yaşamındaki kayıplardır ve bunun acıklı bir tarafı olduğu su götürmezdir. Dilindeki pişmanlık, olayların böyle gelişmemesi halinde iyi bir yaşama kavuşacağı izlenimi yaratır. Kendisine sanatsal bir kişilik yaratmasına sebep olmasına rağmen, adeta o diğerini, bir çocuğunun ve kadının olmasını talep eder. Ne de olsa sanatın sınırları vardır ve o sınırlar her zaman olmasa da bazı anlarda –kefaret anlarında- kendisini gösterir:
“Otuz sene geçti aradan. Ama ben hep, değil değil çok az, on senede bir kere sabah uykusundan böyle uyanır, karımı, çocuğumu (hep on altı yaşında görürüm oğlumu) görürüm. Karım ölmüştür. Çocuğumla silah silaha geliriz. Neden o benden af diler? Bilmem. Sonra neden bir kayanın arkasına çekilir ve ateş eder? Bilmem. Ama böyle sabahlarımda kırlara çıkar, bir kadın ve bir çocukla akşamlara dek uğraşır dururum.”
Yazı bir sağaltma aracıdır, kaybedilmiş bir anı veya tüm yaşam üzerine kurulan, yazarın yaşamdaki teselli uğraşıdır. Ne kadar onun kâğıt üstünde kalacağı önemsizdir, Orfeus olmanın bir bedeli olmalıdır ve sanat gelişirken yaşam küçülür. Kaybettiklerimiz bizlerin içini sızlatmaya devam eder, onlarla uğraştıkça kendi durduğumuz yerden telafiler bulamayız. Artık onlar kaybolmuş, anımsanması bile güç bir zamana aittirler. Kefaret çarmıhta bir şekilde ödenmek zorundadır, o kaybolup giden ve en başta bizatihi kendi tarafından haksızlığa uğratılmış anlatıcının kendisi için de gereklidir:
“- Ne tramvayında gördünüz, dedim.
– Edirnekapı tramvayında, dediler. Boş bulundum:
-Odur muhakkak, dedim. Kimdir diye sordular ama söylemedim; sanki o olduğuna eminmişim gibi.
– Hiç canım, dedim, ben de gördüm de o adamı. Evkaf’ta tahsildarmış. Az daha ben bile, ‘Ne arıyorsun buralarda’ diyecektim, ‘Mehmet, oğlum?’”[2]
Adının Mehmet olduğu anlaşılan çocuğun neden af dilediği artık anlaşılır. O, bir yaşamdan babasını mahrum ettiği için af dilemektedir. Telafisi olmayan ve kefaret gerektiren böylesi büyük bir kayıptır yani yaşamın kendisidir. Okur için kalan da yazının kendi yaşamındaki kefareti görmesini sağlamaktır.
[1] Bkz. Adam Philips, Kaçırdıklarımız
[2] Sait Faik’in doğum adı Mehmet Sait’tir.