Kitap, İtalyanca aslından başarılı çevirmen Eren Cendey tarafından dilimize kazandırıldı. Cendey, 2024 yılında İtalya devleti tarafından şövalyelik unvanına layık görülmüştü. Kitabın yayına hazırlanmasında, çevirmen Fabio Salamoni ve dilbilimci Betül Parlak Cengiz de danışmanlık yaptı. Prof. Cengiz, esere bir de önsöz yazarak katkıda bulundu. Kitap, çevirmenler, dilbilimciler ve farklı diller üzerine düşünen okurlar için önemli bir kaynak olma niteliği taşıyor.
Eco’nun Çeviri Üzerine Derin Düşünceleri ve Neşeli Anekdotları
Umberto Eco, bu kitabında çeviri kuramlarını derinlemesine tartışırken, kendi deneyimlerinden de neşeli anekdotlarla örnekler veriyor. Eco, okuyucularına tanıdık gelen birçok yazarı ve metni de yeniden keşfetme fırsatı sunuyor. Borges, Edgar Allan Poe, James Joyce, Shakespeare, Baudelaire, Thomas Mann gibi önemli edebiyatçılara dair yapılan değerlendirmelerle metinler arasındaki dilsel farklar ve kültürel çeviri süreçleri ele alınıyor.
Kitap, Eco’nun Toronto, Bologna ve Oxford üniversitelerinde verdiği seminer ve konferanslardan doğduğu için, baştan sona bir söyleşi havası taşıyor ve Eco’nun nüktedan üslubunu yansıtıyor.
Çeviri, Bir Müzakere Süreci
Eco, çevirinin sadece dilsel bir işlem olmadığını, bir ‘müzakere’ süreci olduğunu savunuyor. Çevirmen, kaynak metin ile hedef dil ve kültür arasında bir köprü kurarak, “Neredeyse Aynı Şeyi Söylemek” adlı kitabın yolunu inşa etme görevini üstleniyor. Bu bağlamda, çevirinin kültürler arası bir iletişim aracı olarak rolü vurgulanıyor.
Makine Zekâsı ve Çevirinin Geleceği
Eco, makine çevirisinin insan çevirisinin yerini alamayacağını ve teknolojinin çeviri alanındaki sınırlamalarını da ele alıyor. Yapay zekanın tehdit ettiği çevirmenlik mesleğinin geleceği üzerine yaptığı tespitler, 20 yıl öncesinden günümüze hitap eden bir perspektif sunuyor. Eco, çevirinin eşsiz bir insan becerisi olduğunu hatırlatıyor.
Doğan Kitap’tan 25. Yıl Hediyesi
Eser, Doğan Kitap’ın 25. yılına özel bir yayın olarak, Geray Gencer tarafından tasarlanan kapağıyla dikkat çekiyor. Kitap, yayınevinin ‘25. Yıl’a armağan’ kuşağıyla yayımlandı ve okurlarla buluştu.
Umberto Eco’nun derinlikli düşünceleri ve dil, edebiyat üzerine özgün bakış açılarıyla dolu bu eser, çeviri dünyasına dair önemli ipuçları sunuyor ve okurları zengin bir düşünsel yolculuğa davet ediyor.
Önsöz
Umberto Eco’nun çeviriye dair bu kitabı İtalya’da ilk kez 2003 yılında yayımlandı. Eco’nun bu kitaba zemin hazırlayan pek çok başka çalışması çoktan yayımlanmış ve okurların büyük ilgisiyle karşılanmıştı. Çeviribilim camiası için hiç de yabancı olmayan Experiences in Translation (2000) bunlardan biriydi. Neredeyse Aynı Şeyi Söylemek az önce andığımız kaynağın, Eco’nun hem çevirmen hem de çevirmenleriyle yakın çalışan bir yazar olarak deneyimleriyle ve zengin örnekçesiyle genişletilmiş hali gibi görünse de ondan çok daha fazlası olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Kuşkusuz yazarımızı tanıtmak gerekmese de 20. yüzyıla damgasını vurmuş bir filozof, yazar, göstergebilimci ve dilbilimci olduğunu hatırlatarak bu kitapta yankısını hissedeceğimiz diğer çalışmalarına da kısaca değinelim. Lector in Fabula (1979) örnek okur, örnek yazar, ansiklopedik bilgi, metnin niyeti ve yazarın niyeti; Kant ve Ornitorenk (1997), bilişsel tipler, çekirdek içerik ve molar içerik gibi kavramlarıyla bu kitapta yankılarını hissettirirken, Trattato di Semiotica Generale (1975) ve Avrupa Kültüründe Kusursuz Dil Arayışı (1993) da sık sık anılır.
Eco Neredeyse Aynı Şeyi Söylemek’in giriş bölümünde bu çalışmayı bir çeviri kuramı kitabı olarak sunmak niyetinde olmadığını söylese de, her bölümde değişik gönderme ve eklemlenmelerle birbirini tamamlayan ana yaklaşımı aslında örtük de olsa bir çeviri kuramı sunar.
Ülkemizde çeviribilim literatürü, araştırmacının dil alanına göre ağırlıklı olarak İngilizceden ya da Fransızcadan takip edilmektedir. Eco kitabın çeşitli bölümlerinde araştırmacıların literatürden tanıdığı isimlere hiç de yabancı olmadığını hissettirir. Ancak fazlasıyla kuramsal bulduğunu belirttiği çeviribilim araştırmacılarını alıntılamak ve onların metinleriyle tartışmaktansa hermeneutik geleneğe atıfta bulunmayı yeğler.
“Yorumlamak Çevirmek Değildir” başlığını taşıyan onuncu bölümde hermeneutik geleneğin ünlü isimlerini tek tek anar ve Jakobson’un ünlü makalesi “Çevirinin Dilbilimsel Yönleri”nde yer alan çeviri türleri tanımlamasında geçen “yorumlama” sözcüğünün bir metafor olup olmadığını sorgular. “Acaba bu metaforu ziyadesiyle ciddiye almak çeviribilim araştırmalarının ekseninde çeviri ile ‘yorumlamayı’ aynı şey saymaya vardıracak düzeyde bir bir sapma yaratmış mıdır?” tarzı örtük bir soruyla okuruna gizliden göz kırpar.
Pek çok dildeki zengin örneklerle okurun hem bilgi dağarcığını geliştirebilecek hem de oldukça zorlayıcı olabilecek bu metin, dil barajını aşabilen okurlar için çok eğlenceli ve düşündürücü anekdotlar ve edebiyat tarihinden kesitler içerir. Eco kendi Sylvie ve Quenau çevirilerinden örnekler verir, Joyce’un bir çevirmen olarak kendi metniyle ilgili kararlarını ele alır. Poe’nun Kuzgun’unun Baudelaire ve Mallarmé tarafından yapılmış çevirilerini tartışır. İlahi Komedya’nın çeşitli kantolarının çevirilerinden örnekleri yeri geldikçe okurun gözleri önüne serer.
Örneklerin çok dilliliğinin zorlayıcılığı dışında, bu metin kuramsal yaklaşımıyla da, hem çeviribilim alanından gelenler hem de dışındakiler için çetin olabilecek yanlar taşımaktadır. Eco her ne kadar bir çeviribilim kuramı ortaya koymak niyetinde olmadığını söylese de, bu kitapta Charles Sanders Peirce ve Hjlemslev’den aldığı kavramlarla ilginç bir bakış açısı geliştirir. Çeviribilim literatürü, dilbilim ve göstergebilim paradigmasından çok hızlı koptuğundan, bu yaklaşımı takip etmek çeviribilim alanından okurlar için bile biraz zorlayıcı olabilir.
Mantık ve epistemolojiye katkılarıyla tanınan, modern göstergebilimin kurucularından biri sayılan Amerikalı filozof Peirce göstergebilim alanında her türlü anlamlandırma süreciyle ilgili (semiosi) bir teori geliştirir. Bu bağlamda Peirce bir göstergenin anlamını çıkarmayı mümkün kılan süreci “çeviri” kavramını kullanarak tanımlar. Gösterge, nesne ve yorumlayan gibi üç unsurun arasındaki ilişkiye dayanan bu süreçte, gösterge bir imge, bir gürültü, bir melodi, bir jest gibi, yorumlamaya neden olan herhangi bir şey olabilir. Bir öğenin fiilen gösterge görevini üstlenebilmesi için, gösterge olarak algılanması ve bir nesneyle ilişkiye girmesi gerekir, bu ilişki öznenin, zihninde o göstergeyle o nesne arasında zihinsel bir temsil üretmesiyle tesis edilir. Bu süreçte en kilit kavram olan yorumlayan (interpretante) ise, göstergeyi yorumlayan bir özne değil, onu nesneye bağlayan bir düşünce ya da fikirdir. Bir gösterge her zaman aynı yorumlayanı ortaya çıkarmadığı gibi, farklı iki bireyin aynı göstergeye dair iki farklı yorumlayanı olacağına şüphe yoktur; dahası aynı göstergeyle, belli zaman aralıklarıyla iki kez karşılaşan bir birey bile iki farklı yorumlayan üretebilir. Böylece anlam oluşturma süreci (semiosi) sonsuza kadar gidebilir. Bu ilişkide nesne yorumlayan aracılığıyla göstergenin işaret ettiği şey olarak göstergeden bağımsız mevcut olmasına rağmen ancak gösterge aracılığıyla bilinebilir.
Okuyacağınız bu kitabın diğer kilit kavramları, dili iki düzlemden oluşan katmanlı bir dizge olarak kabul eden Hjlemslev’den alınmıştır. Ünlü dilbilimciye göre anlamlandırma, ifade ve içerik düzlemlerinin öğeleri (biçim, madde ve töz) arasındaki ilişkilerle ilgilidir.
Göstergelerarası çeviri, dönüştürme (Jakobson) ve uyarlama bahislerinde de bu kavramlardan yararlanır.
Kitabın başlığına gelecek olursak: Çeviri aynı şeyin söylendiği beklentisiyle tüketilen bir üründür. Bu beklentiye, O şey ne? Şey ne demek? Aynı şey nedir? gibi sorularla yanıt vermeye kalktığımızda yazarın hem giriş bölümünde hem de kitabın çeşitli bölüm ve satırlarında yaptığı gibi ontolojinin alanına gireriz. Neyse ki Eco, okurlarını bu tür ontolojik tartışmalarla yormak istemez, birkaç açık ya da örtük göndermeyle çeşitli kaynaklara işaret etmekle yetinir.
Aynı şeyi söylemenin ancak müzakere kavramıyla mümkün olabileceğini ve çevirinin bir müzakere sürecinden ibaret olduğunu belirtir. Çeviribilim alanında sıkça kullandığımız eşdeğerlik, amaca uygunluk, sadakat veya çevirmenin inisiyatifi gibi kavramları da müzakere başlığı altında ele alır. Müzakerede bir şeyleri elde etmek için başka bazı şeylerden vazgeçilir. Müzakerenin tarafları bellidir: Kaynak metin, hayattaysa kaynak metnin yazarı, kaynak kültür, erek kültür, erek okurların beklentileri, erek metni yayımlayan yayıncılık endüstrisi. Eco’ya göre çevirmen bu taraflar arasında müzakereci konumundadır.
Çevirmen müzakereci olarak bağlamı kavramalı, o bağlama en uygun çözüm için hem içerik hem de ifade düzleminde müzakeresini yapmalıdır. Çevirmenin, bağlam ve bağlam bileşenleriyle ilişkisini Lector in Fabula’da geliştirdiği, okurun yorumlayıcı işbirliği yaklaşımına göre açıklar. Bu yaklaşım, elinizdeki kitapta çok belirgin olarak anılmasa da yaklaşımın temel kavramları daha ikinci bölümde karşımıza çıkar. Olası dünya, ansiklopedik bilgi, örnek okur, örnek yazar, metnin niyeti, yazarın niyeti gibi kavramlar yorumlayıcı işbirliği anlayışının temel kavramlarıdır. Çevirmen bir örnek okur olarak çevireceği metnin “olası dünyası”nı, “ansiklopedik bilgisi”ni kullanarak çözümlemeye çalışır. Bilgisini devreye sokmadan önce de ister istemez bir tahminde bulunmak zorundadır. Bu metin nasıl bir olası dünyadan söz ediyor? Bunu yaparken doğal olarak metnin yüzeysel yapısından (ifade düzleminden) yola çıkarak derin yapısını (içerik düzlemini) anlamlandırır. Yüzeysel yapı ifade düzleminde tezahür ettiğinden, herhangi bir doğal dilin örnek okuru için derin yapıyı kavramak daha kolaydır. Çeviride ise işler değişir, yüzeysel yapıda karşılaştığımız ifadelerin işlevleri üzerine düşünmek zorunda kalırız. Derin yapıda neye işaret etmektedirler? Bu işlevleri erek metinde de yerine getirebilmeleri için yüzeysel yapıda, yani ifade düzlemlerinde ne tür kararlar almak gerekir? Çevirmenin bu dilemmasında Eco onun yardımına daha önce de söylediğimiz gibi müzakere kavramıyla yetişir. Müzakere, metnin her dilsel biriminde çevirmenin farkına bile varmadan yaşadığı süreçtir. Müzakereden her zaman kazançla çıkılamayacağını, kayıpların da olabileceğini peşinen kabul etmek gerekir ama yazarın kendi çevirmenleriyle yaptığı müzakere örnekleriyle dolu bu kitapta bazı kayıpların kazançlara da dönüşebileceği gösterilir. Buna olanak veren de dil dizgelerinin her ne kadar eşölçülemez olsalar da kıyaslanabilir ve karşılaştırılabilir olmalarıdır.
On dört bölümden oluşan bu kitap daha önce de belirttiğimiz gibi çok dilli örnekleri, eğlenceli anekdotları, yukarıda değinmeye çalıştığım kavramlarıyla maceralı bir okumaya davettir. Hele çeviri teknolojilerinin gelişmediği dönemlerden kalan Altavista aracılığıyla yapılan çevirilerden örnekler, makine çevirisinin bağlamsallaştırma problemini ortaya koymak için verilmekle birlikte bizleri biraz acı bir tebessüme de sevk ederler. Yapay zekânın işimizi elimizden alacağı korkusunu yaşadığımız bugünlerde, makine çevirisinin emekleme dönemine ait örnekler, o dönemki çevirmenlere muhtemelen bir kendinden eminlik ve emniyet duygusu sağlamıştır.
Çeviribilim alanından gelen okurlar için keyifle takip edeceklerini umduğum, çevirmen dostlarım için, konusunun yanı sıra çeviri sürecinin de okurken değerlendirilebileceği bu kitap çeviri meselesiyle akademik ya da mesleki anlamda ilgilenmemiş okurlara ne söyleyebilir, doğrusu bilmiyorum. Belki çevirmen okurun yorumlayıcı işbirliğinin nasıl dinamik bir süreç olduğunu, ne kadar fazla bileşen içerdiğini, zorlukları yanı sıra keyifli yanları da olabileceğini gösterebilir.
Okuma her aşamasında bir varsayım ve çıkarım süreci gerektiren sancılı bir süreçtir. Çeviri söz konusu olduğunda bu sancı daha da artar. Çevirmen/okur başlangıç varsayımları, tahminleri ve çıkarımlarıyla aldığı kararları çeşitli bağlamsal bileşenler, estetik etkiler ve metnin işlevi, kahramanların belli özelliklerinin öne çıkarılması ya da gölgede bırakılması konusundaki iç müzakereleriyle sürekli gözden geçirir. Bu süreç aslında bu terimlerle ifade edilmese de her çevirmenin kaçınılmaz olarak yaşadığı bir maceraya işaret eder. Betimleyici Çeviribilim Araştırmaları bu süreci, çevirmenin hem kendisi hem de meslektaşları ve okurları için görünür kılması adına “öz-betimleme” anlayışını önermiş ve çevirmeni, çeviri kararlarını gerekçelendirerek görünür kılması konusunda cesaretlendirmiştir. Bütün bunlara rağmen literatür bu tür makaleler açısından çok zengin sayılmaz. Bunda paradigma değişiminin de etkisi yadsınamaz. Kültürel dönüş ve onu müteakip çeşitli dönüşlerle yaşanan paradigma değişiklikleri, betimleyici çeviribilim araştırmalarına yeterince zaman ve emek harcanmamasında etkili olmuştur. Oysa çevirmenin kaynak metinle müzakere sürecini gözler önüne serebilecek şey, kararlarını gerekçelendirdiği bir öz betimlemeden başka bir şey değildir. Bu durumda çevirmen metindeki baskın ya da egemen unsuru, nasıl seçtiğini, onu nasıl belirginleştirdiğini, kaynak metnin okurunda yaratmak istediği etkiyi erek metin okurunda nasıl yaratmaya çalıştığını açıklayabilir. Egemen unsur, çeviri amacına, kaynak metnin yazıldığı döneme, çevirmenin yaşadığı döneme ve benzer başka pek çok değişkeye göre değişebilir. Bu durumda Eco’nun çevirmene önerisi, bir metinde kendisi için egemen unsuru araması, seçimlerini ve dışarıda bırakacaklarını buna göre belirlemesidir.
Neredeyse Aynı Şeyi Söylemek üzerine heyecanla konuşup yazabileceğimi hissediyorum ama bu heyecanı kitabın olası okurlarına bırakarak kitapla yolumun nasıl kesiştiğine değinip bitirmek arzusundayım. 2019 yılında bir özel üniversitede ders arasında bunalmışken evrene şöyle bir mesaj vermiştim: “Biri bana bu kitabı çevirmeyi teklif etse, bir de şöyle birkaç aylık bir çeviri bursu alsam, cebimde para, yüzümde güneş ve rüzgârın şefkatiyle sakin bir mekânda çeviri yapsam”. Evrene verdiğim tüm mesajlar gibi bunu da unutmuştum ki, 2023 yılının Nisan ayında değerli meslektaşım Eren Cendey’den bir e-posta aldım. Bu kitabın editörlüğü için yazıyordu, çok çok memnun oldum, çünkü çok sevdiğim, çıkar çıkmaz aldığım, ara ara baktığım bir kitap söz konusuydu. Sonra ne olduysa oldu, araya başka işler, başka yazışmalar girdi ve 2024 Ekim’inde Aslı Güneş’in ısrarıyla çok kısa sürede konu editörlüğünü üstlenmiş oldum. Para, güneş ve rüzgârın şefkati gibi mesajlar evrenin hangi köşesine gitti bilemiyorum. Son iki aydır sevgili Aslı Güneş ile sürekli yazışarak pijama terlik halinde, bel ağrısı ve göz sulanmasıyla elimden geleni yapmaya çalıştım.
Neden bu kadar kısa sürede böylesi kapsamlı bir işi kabul ettim? Her şeyden önce meslektaşımın bana güveni, benim mesleğime saygım bu kabulde belirleyici oldu (Çok kısa sürede söylediğim koşullarda elimden geleni yapmaya çalışmama rağmen, gözden kaçmış şeyler olabilecektir. Bu nedenle bu kitaptaki bütün sevapları çevirmene günahları da bana yazın lütfen). Mesleğe ve meslektaşlara saygı demişken bu çeviride kullandığımız çeviri örneklerini aldığımız çevirmenleri şükranla anmadan bitiremeyeceğim. Necdet Adabağ, Fatma Akerson, Erdoğan Alkan, Aysen Altınel, Kemal Atakay, Suphi Aytimur, Peral Bayaz, Oğuz Baykara, Murat Belge, Egemen Berköz, Barış Bıçakçı, Armağan Ekici, Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu, Şemsa Gezgin, A. Kadir, Şadan Karadeniz, Savaş Kılıç, Fatih Özgüven, Işıl Saatçıoğlu, Sabri Esat Siyavuşgil, Cemal Süreya, Rekin Teksoy, Tomris Uyar, Burcu Yalım, Nihal Yeğinobalı ve daha niceleri…
Yapay zekâ insanların yerine geçmeden birbirimizi unutmasak iyi olacak!