Amerikalı genç bir kadın garip sesler duyması ve kökeni bilinmeyen varlıklar görmesi üzerine acile götürülür. Doktorlar kadına DSM kriterlerine göre şizofreni tanısı koyar. Benzer belirtileri yaşayan Hindistanlı bir adam ise ailesi tarafından köydeki bir şamana götürülür. Kötü ruhların bedenini ele geçirdiğine inanılan adama dualar okunur, tütsüler yakılır ve çeşitli ritüeller düzenlenir. Bu iki örnekteki kişilerin benzer semptomları olsa da yaşadıkları deneyimin tanısı ve tedavisi ne kadar çok farklı olduğunu görüyoruz. Bu psikolojinin biyolojik olmasının yanında kültürel bağlamlarla da şekillendiğini göstermekte.
“Ruhsal hastalık” dediğimiz şeyin bir zamanlar evrensel olduğu, nörobiyolojiye dayandığı ve kişinin dilinden, toplumundan ve çevresinden etkilenmediği düşünülüyordu. Ancak günümüzün teknolojik ilerlemesi sayesinde bu evrensel anlatıları farklı kültürlerde analiz edebiliyoruz. Ortaya çıkan şey, “delilik”, “depresyon” veya “travma” olarak etiketlediğimiz şeyler kültürden kültüre değişebiliyor. Bu, nerede yaşadığınıza, neye inandığınıza ve içinde bulunduğunuz toplumun ruhsal sıkıntıları nasıl gördüğüne göre değişiyor. Yukarıdaki örnek gibi, ABD’de şizofreni hastası olan bir birey, Hindistan’da kötü ruhlar tarafından ele geçirilmiş olarak görülebilir. Bu nedenle, ruhsal sağlık hakkındaki evrensel şemaları daha geniş bir kültürel ve sosyolojik bağlamda sorgulamak çok önemlidir. Tam da bu noktada psikoloji ve antropoloji iç içe geçiyor.
Psikopatolojinin Kültürel Kökleri
Ruhsal hastalıklar toplumlar arasında her zaman aynı şekilde deneyimlenmez ve ifade edilmez. Arthur Kleinman ve Byron Good gibi antropologlar, Batı psikiyatrisinde kullanılan “depresyon”, “anksiyete” veya “psikoz” gibi terimlerin kültürel olarak nötr olduğunu ve evrensellikten uzak olduğunu vurgular. Kleinman, Hastalık Anlatıları adlı eserinde “hastalık” (biyolojik işlev bozukluğu) ile “rahatsızlık” (bu durumun kültürel ve kişisel deneyim boyutu) arasında ayrım yapar. Bir ülkede duygu durum bozukluğu olarak adlandırılabilecek bir durum, başka bir ülkede ruhsal dengesizlik veya manevi bir sınav olarak görülebilir.

Kültüre Dair İki Farklı Perspektif
Kültürel farklılıkları anlamanın en güzel yöntemlerinden biri antropolojideki “etic” ve “emic” tanımlarıdır. Etic bakış açısı, bir kültürü dışarıdan bir yabancı gözüyle, evrensel bir perspektiften anlamaktır. Emic ise, bir kültürü, o kültürün içeriden, kültürün kendi kodları ve kavramlarıyla ele alan bir göz ile bakmaktır. Bu dikotomiye verilebilecek en güzel örnek Japonya’da görülen Taijin Kyofusho Sendromu’dur. Bu sendromda emic açıdan grup uyumunu ve birliğini bozmak iken etic açıdan sosyal anksiyete bozukluğu olarak görülebilmektedir. Her iki bakış açısı da kendi bağlamında doğru olsa da, hayatın her alanında yalnızca etic bakış açısından yararlanmak olayların çoklu boyutunu görmemizi zorlaştırmasının yanında kültürün etkisini de görmezden gelmemize neden olabilir.
Bu noktada insan psikolojisinin tek tipe indirgenemediği, biyolojinin ve kültürün iç içe geçerek karmaşık bir harita oluşturduğu konusunda hemfikiriz. Her toplumun yaşayış biçiminin, inanışlarının, sosyodemografik farklılıkların ruhsal rahatsızlıkların tanısına, tedavisine ve betimlenme şekline göre pek çok farklılık doğurabileceğini göz önünde bulundurmalıyız. Evrensel ve değişmez kabul edilen psikiyatrik şemaları sorgulamalı ve kültür bağlamında ele almayı unutmamalıyız.