Bu yazı sonsuz olasılıkların arasında kaybolmuş bireyin kendi benliğiyle yüzleşme hikayesi.
Sylvia Plath’den Camus’ye uzanan bu yolculukta soru şu: Gerçekten kim oluyoruz? Yoksa yalnızca olmaktan korktuğumuz şeye mi dönüşüyoruz?
SİSLİ YOLLARDA KENDİ OLMA ÇABASI
Hangimiz hayatının en başında ne istediğini tam ve net olarak biliyordu? Hayatın bu uçsuz bucaksız sisli perdesinde hiçbir zaman aralanmış bir pencere vaat edilmiyordu fakat, her zaman ileriyi görmemizi emreden bir gözlük takmaya zorlandık. Önümüzü tam göremesek de adım atmaya devam ettik, çünkü durmak daha da korkuttu bizi. Bu nedenledir ki çoğumuz kendi yollarımızı çizmek yerine, bize gösterilen patikaları izliyoruz. İçimizde bir yerlerde başka bir yaşamın yankısı var belki de: yazmak isteyen ama sessiz kalan, özgür olmak isteyen fakat uyum sağlamayı seçen bir yanımız. Daha sonraları fark etmeden, olmaktan korktuğumuz şeye dönüşürüz. Sessizce ama adım adım..
ÜRETKENLİK ÇAĞINDA GÖRÜNÜR OLMAK
Her çocuğun hayal gücü güçlüdür elbette, fakat her çocuk hayal kurduğu gelecekte kendine yer edinemez. Büyüdükçe “Ne olmak istersin?” sorusuna verdiğimiz cevaplar farklılaşır çünkü artık bu sorunun anlamı değişmiştir ve belli bir zeminde oturtabildiğimiz “gerçekçi” hayallerimizin olması beklenir. Günümüzde anlam yerini çarpıcı bir üretkenliğe bıraktı. Erich Fromm’un dediği gibi insan artık “olmak” yerine “sahip olmak” üzerinden tanımlanmaya başladı. Ne kadar çalıştığımız, ne kadar beğenildiğimiz ve nelere sahip olduğumuz bizim kim olduğumuzu belirleme araçları haline geldi. Başkalarından onay ihtiyacımız hayallerimizin ve arzularımızın önüne geçerek gerçek benliğimizle ideal benliğimiz arasına duvar örmeye başlar zamanla. Ne yapmak istediğini bilmeyen, toplumun kabul görmüş kuralları ve normları çerçevesinde yaşamaya çalışan ve bu yolda görünür olma arzusu varoluşun yerini almaya başladı. Görünmez olmak artık neredeyse bir suç iken ironik olansa, sürekli görünmeye çalıştıkça silikleşmemiz. Çünkü artık kendimizi tanımlarken bile başkalarının dilini kullanmaya çalışıyoruz.
SONSUZ OLASILIKLAR VE BİR TANE HAYAT
“Hepsini ayrı ayrı istiyordum incirlerin, ama birini seçmek ötekilerin hepsini kaybetmek demekti. Ve ben orada karar veremeden otururken incirler buruşup kararmaya başlıyor ve birer birer toprağa, ayaklarımın dibine düşüyorlardı.”
—Sylvia Plath, “The Bell Jar”

Şu an yine gündemde olan Sylvia Plath’in “Sırça Fanus” kitabındaki incir metaforu bize tekrardan gerçekte ne istediğimizi modern bir trajediyle hatırlatıyor. Milyonlarca farklı olasılık dahilinde yalnızca bir tane gerçekliğin içinde yaşamak zorunda olma lânetidir incir ağacı. Her dal birer olasılıktır: sanat, aşk, başarı. Ama birini seçtiğimiz anda diğerlerinden vazgeçmiş oluruz ve seçim yapamadıkça her bir incir çürüyüp yere düşmeye başlar, tıpkı hayatımızdaki seçimler gibi. Belki de aynı anda birden fazla kimliğe bürünme ve birden çok gerçekliği aynı anda yaşayabilme isteği, bizi seçeneklerin arasında sıkışmışken özgürlükle uyum arasında bir orta yol aramaya itiyor. Bu bağlamda Kierkegaard, özgürlüğün arttıkça kaygının da artacağını düşünür. Çünkü özgürlük bir seçimin ve kalanları geride bırakışın ağırlığıyla gelir. Günümüzde sınırsız seçeneklerle çevriliyiz ama hiçbirini seçmemenin acısıyla yaşıyoruz. Belki de bu nedenle her şey mümkün görünürken hiçbir şey bizi tatmin etmekte başarılı olamıyor. Bir hayatın içerisinde bin hayatın ihtimalini taşımak bugünkü insanın taşıması gereken görünmez bir yük haline büründü.
ANLAM ARAYIŞINDAKİ SESSİZLİK
Varoluşsal sıkışmışlık, yalnızca bireyin değil, modern çağın ortak ruh hali. Albert Camus, insanın yaşamla anlamsızlık arasındaki bu çatışmasını “absürd” olarak tanımlar. Bizim Sisifos’umuz artık taşı değil, kendi imajını ve olasılıklarını taşımaya başladı. Her gün yeniden kendimizi inşa ediyoruz ve bu süreçte kendimizi bulmaya ve anlamlandırmaya çalışıyoruz. Fakat anlam, sonsuz üretkenliğin içinde değil; sessiz kaldığımız o anlarda gizlidir. Belki de asıl mesele doğru yolu bulmak değil, sisin içerisinde yürürken kendi adımlarımızın sesini duymaya çalışmaktır. “Kendini bulmak”, ulaşılacak bir rota değil, kayboldukça sürekli yeniden doğma cesaretidir. Sesini kaybetmek belki de yeniden başlamanın tek yoludur.
Son söz olarak yazıyı, İranlı ünlü şair Şirazi’nin “Nobahari” şiirindeki bu dizeleri ile bitirmek istiyorum:
Lazım bir ömür daha;
Ölümümüzden sonra.
Zirâ süren ömrümüz
Geçti umutlanmakla.
