Julian Barnes’ın Flaubert’in Papağanı adlı romanı, Ayrıntı Yayınları etiketiyle ve Serdar Rıfat Kırkoğlu’nun çevirisiyle okurlara sunuldu. Edebiyat çevreleri tarafından beğeniyle karşılanan bu eser, yaşam ve sanat arasındaki ilişkiye dair özgün bir bakış açısı sunuyor.
Bu roman, İngiliz edebiyatının önemli isimlerinden Julian Barnes’a ayrı bir saygınlık kazandırmış bir yapıt olarak dikkat çekiyor. Derinlikli insan anlayışını, yenilikçi bir estetik kurguyla bir araya getiren roman, “deneme-roman” olarak da nitelendirilebilir. Barnes, kendine has ironik üslubuyla, yaşamın gizemli ayrıntılarına, sanatın çekiciliğine, gerçeğin farklı yüzlerine ve daha birçok konuya değiniyor.
Romanın temelinde, 19. yüzyıl Fransız romancısı Gustave Flaubert’in hayatı, dünya görüşü, sanatı, aşkları ve yolculukları yer alıyor. Bu ana öykünün yanı sıra, roman kahramanı Geoffrey Braithwaite’in vefat eden eşi Ellen’ın gizli yaşamına dair bir diğer öykü de anlatılıyor. Bu iki farklı zaman dilimine ait öykü, anlatı boyunca birbirine bağlanarak Braithwaite’in kişisel yaşamı ile Flaubert’in yaşamı arasında bir köprü kuruyor.
Flaubert uzmanı ve emekli doktor Geoffrey Braithwaite, yazarın olduğu iddia edilen iki papağanın peşine düşüyor. Bu papağanlardan hangisinin sahte, hangisinin gerçek olduğu sorusu romanın merkezinde yer alıyor. Sonuç olarak, “gerçek”in dedektif romanlarındaki gibi kolayca ortaya çıkarılamayacağı ve herkesin bu gizeme ancak kendi okumalarıyla yanıt bulabileceği vurgulanıyor.
John Fowles, bu romanı 1984’te İngiltere’de yayımlanmış en iyi roman olarak nitelendirirken, Joseph Heller ise eseri keyif verici ve zenginleştirici bir edebiyat şöleni olarak tanımlıyor.
