Marlen Haushofer’un bir karakteri aracılığıyla dile getirdiği “İnsan hayatta kalmak istiyorsa bir kez de ihanet edebilmeli” sözü, yazarın edebi dünyasının temelini oluşturur. Haushofer’un eserlerinde ihanet, genellikle dış dünyaya değil, kişinin kendi kaderine, sessizliğe ve toplumsal rollere karşı duyduğu bir içsel başkaldırıyı ifade eder. Onun kadın karakterleri, görünmez sınırların ötesine geçmeye çalışırken, varlıklarını sürdürebilmek adına kendi iç seslerini bastırmak zorunda kalırlar. Ancak bu sessizlik, bir teslimiyetten ziyade, dünyaya karşı sessiz bir direnişi simgeler.
1920’de Avusturya’da doğan Haushofer, çocukluğunu ormanlık alanlarda geçirdi. Daha sonra Linz’de yatılı bir okula gönderildi ve Viyana ile Graz’da edebiyat eğitimi aldı. Evlilik, annelik ve ev işleri gibi geleneksel kadın rolleriyle entelektüel arayışları arasında sıkışması, eserlerine derinlemesine yansıdı. 1940’larda kısa öykülerle yazarlığa başlayan Haushofer, asıl başarısını 1963’te yayımlanan “Duvar” romanıyla yakaladı.
“Duvar”, bir sabah uyandığında etrafının görünmez bir duvarla çevrili olduğunu fark eden orta yaşlı bir kadının hikayesini anlatır. Kadın, doğayla baş başa kaldığı bu yeni dünyada, hayatta kalmanın fiziksel ve ruhsal anlamlarını yeniden keşfeder. Bu görünmez engel, sadece bir felaketi değil, aynı zamanda modern dünyada kadının etrafına örülmüş sınırları simgeler. Yalnızlıkla mücadele ederken, doğanın ritmine, kendi iç sesine ve varlığının özüne yaklaşır. Haushofer’un sade ama etkileyici dili, bu yalnızlığı okuyucunun kalbine işler. Doğa, hem bir sığınak hem de bir sınav alanı olarak belirir.
Yıllar sonra yayımlanan “Çatı Katı” romanı, aynı sessizliğin evin içinde, gündelik hayatın iç mekanlarında yankılanışını sunar. Romanın baş kahramanı, kırklı yaşlarının sonlarında bir ev kadınıdır. Her sabah ev işlerini tamamladıktan sonra, kimsenin izinsiz giremeyeceği çatı katına sığınır. Burası onun için bir kaçış noktasıdır. Böcekleri, sürüngenleri ve kuşları resmeder, bu küçük canlılarda kendi varlığının yansımasını bulur. Ancak bir gün gelen sarı bir paket, bu sessiz düzeni altüst eder. Paketin içinden çıkan sayfalar, gençliğinde tuttuğu günlüğe aittir ve geçmiş, bugüne sızmaya başlar.
Günlükleri okudukça, kadının bir dönem işitme yetisini kaybettiği ortaya çıkar. Doktorlar, bu durumun psikolojik kökenli olduğunu belirtirler. Kahraman, bu dönemi daha kolay atlatmak için dağlardaki bir kulübeye yerleşir. Burada doğayla, sessizlikle ve kendi iç sesiyle yeniden tanışır. Ormanda karşılaştığı tuhaf bir adamla kurduğu iletişim, içsel sessizliğini ortaya çıkarır. Adam yüksek sesle konuşur; kadın duymasa bile kelimelerin ağırlığını hisseder. Bu iki yalnız insanın sessiz iletişimi, Haushofer’un edebiyatında insanın “duyamadığı halde anlayabilmesinin” güçlü bir sembolüdür.
Haushofer, her iki romanında da kadının kendi iç sınırlarıyla olan mücadelesini merkeze alır. Birinde dış dünyadan örülen görünmez bir duvar, diğerinde ise evin içindeki görünmez sınırlar vardır. Her iki metin de kadının kendine ulaşma, kendi sesini duyma çabasını anlatır. Kahramanlar, toplumun dayattığı sessizliği reddetmezler; ancak o sessizliği kendilerine ait bir dil haline getirirler.
Haushofer’un dili sade olsa da, her kelime bir taşın sessizce düşüşü gibi yankı uyandırır. Gündelik hayatın küçük detayları, bir fincan kahve, bir kedinin bakışı, bir çizim defteri, onun dünyasında büyür. Olaylardan çok kırılmalara, gürültüden çok sessizliğe odaklanır. Bu sessizlikte suçluluk, özlem ve bazen kendine yönelişin ağırlığı hissedilir. Kadın karakterlerinin çoğu, yeterince direnmemekten, yeterince konuşmamaktan dolayı kendilerini suçlu hissederler. Haushofer’un başarısı, bu suçluluğu yargılamadan, insan doğasının bir parçası gibi ele almasında yatar.
Haushofer’un edebiyatı, doğaya ve insan ruhuna aynı mesafeden yaklaşır. Karakterlerini ne yüceltir ne de küçümser; sadece anlamaya çalışır. İnsan, bir yandan doğanın bir parçası, diğer yandan kendi doğasının tutsağıdır. Kadınları evin içinde, doğanın ortasında veya kendi zihinlerinin sessizliğinde sürekli olarak şu soruyla baş başa bırakır: “Gerçekten yaşıyor muyum?”
1970’te, henüz elli yaşındayken kemik kanserine yenik düşen Haushofer, eserleriyle yaşamaya devam etti. Ölümünden sonra, özellikle feminist edebiyat eleştirmenleri ve çevresel duyarlılıkla yeniden keşfedildi. “Duvar”, günümüzde modern kadın edebiyatının başyapıtları arasında kabul edilirken, “Çatı Katı” ise onun dünyasına en içten açılan kapılardan biri olarak, görünürde sessiz ama derinlerde yankılanan bir metin olarak değerlendirilir.
Onun kadınları, yaşamın içinde var olabilmek için bazen sessizce ihanet ederler. Ancak bu ihanet, bir özgürleşme biçimidir. Haushofer’un yazarlığında kurtuluş, başkaldırıyla değil, sessiz bir farkındalıkla gelir. “Çatı Katı”ndaki kadının, geçmişiyle yüzleşip yeniden işitmeyi öğrenmesi de tam olarak budur: kendini affetmenin, hayatta kalmanın başka bir yoludur.
Marlen Haushofer’un romanlarını okurken, insanın içindeki sessizlikle yüzleşiriz. O sessizlik bazen boğucu, bazen iyileştiricidir; ama her zaman gerçektir. Çünkü gerçekten hayatta kalmak isteyen insan, bir kez olsun kendine bile ihanet edebilmelidir.
