Holden Caufield’ı Konu Alan İlk Öykü
J. D. Salinger’ın çok sevilen karakteri Holden aslında Çavdar Tarlasında Çocuklar’dan daha önce de bir öyküsünde görünmüştü. Bir tür ana kitaba hazırlık olarak da görülecek Ben Deliyim öyküsü Colliers dergisinde 1945’te yayımlanmıştı.
Ben Deliyim – J. D. Salinger
Saat gece sekiz civarıydı. Hava karanlık, yağmurlu ve dondurucu derecede soğuktu. Rüzgar, budala bir ihtiyarın gece yarısı öldürüldüğü sözde korku filmlerindeki gibi bir uğultuyla esiyordu. Thomsen Tepesi’ ndeki topun yanı başında durdum, donuyor ve öylece spor salonunun güney camlarını izliyordum, büyük ve şaşalı bir şekilde parlayan budala spor salonu camlarıydı işte, başka bir şey değil. (Ama, belki de siz hiç yatılı bir okula gitmemişsinizdir.)
Üzerimde çift yönlü giyilebilen şu montlardan başka hiçbir şey yoktu, eldiven bile. Bir hafta kadar önce birisi deve tüyü ceketimi araklamıştı ve eldivenlerim de onun cebindeydi. Üşüyordum Reis! Sadece deli birisi orada öylece dikilebilirdi. O birisi de bendim. Deli. Şaka yapmıyorum, kafamda birkaç tahtam eksiktir. Ama, gençlik bağlarıma veda edişimi orada durup hissetmek zorundaydım, tıpkı koca bir adamın yapması gerektiği gibi. Bütün okul, spor salonunun aşağısında Saxon Charter şarlatanlarıyla olan basketbol maçındaydı, bense orada öylece durmuş vedamı hissediyordum.
Orada öylece durdum Reis! O dondurucu soğukta kendime “Elveda!” diyip durdum. “Elveda Caulfield. Elveda seni sersem!” Kendimi buralarda, Buhler ve Jackson’ la o havanın kararmasından hemen önceki eylül saatlerinde futbol oynarken görüp duruyordum. Ve biliyordum ki, bir daha asla aynı saatlerde, aynı çocuklarla futbol oynayamayacaktım. Buhler, Jackson ve ben beraber birçok şey yapmıştık, bütün bu yaşadıklarımız bir şekilde yitip gitti hatta gömüldü, bunun böyle olduğunu ise bir tek ben biliyordum ve benden başka hiç kimse cenazede değildi. O dondurucu soğukta öylece bir başıma durdum.
Saxon Charter sersemleriyle olan maç ikinci yarısıydı, hatta milletin bağırışını bile duyabilirdiniz. Spor salonundaki Penteyliler muazzamdı ama, Saxonlılar bir avuç cılız ibneden öte değillerdi. Çünkü, Saxonlılar birkaç yedek oyuncu ve koçları dışında kimseyi beraberlerinde getirmezlerdi. Schutz, Kinsella ya da Tuttle o ahmaklara bir sayı geçirdiğinde “işler yolunda” diyebilirdiniz çünkü, o zaman Penteyliler adeta çılgına dönerdi. Ama, ben kimin kazandığıyla pek de alakalı değildim. Donuyordum ve ben nihayetinde sadece vedayı hissetmek ve Buhler ve Jackson’ la hava kararmadan önceki eylül saatlerinde top peşinde koştuğumuz anların cenazesi için oradaydım. Ve işte, vedanın şanına yaptığım haykırışların birisinde vedayı gerçek bir bıçak gibi hissetmiştim. Evet, işte şimdi tam anlamıyla bir cenazeydi bu.
Aniden Thomsen Tepesi’ nden aşağıya doğru koşmaya başladım, bavullarım ayaklarıma çarpmıyor adeta ayaklarımı beceriyordu. Kapıya doğru bütün yol boyunca koştum, birden durdum ve nefes aldım. Sonra Route 202’ nin karşısına koşmaya başladım, yol buzluydu ve haliyle düştüm, neredeyse dizimi kırıyordum. Sonrasında Hessey Caddesi’ nde gözden kayboldum. Bildiğiniz gözden kayboldum. O gece, o karanlıkta hangi sokağı girseniz gözden kaybolabilirdiniz, şaka yapmıyorum.
Yaşlı Spencer’ ın evine geldiğimde -ki gitmek istediğim yer kesinlikle orasıydı- Çantalarımı hemen kapının önüne koydum, zili sert ve hızlıca çalmaya başladım, ellerimi kullarıma götürdüm çok acıyorlardı Reis! Kapıya doğru söylenmeye başladım, “Hadi… Hadi ama…” dedim, “Açıl artık, donuyorum!” Bayan Spencer sonunda kapıyı açtı.
“Holden!” dedi, “İçeri gel canım!” İyi bir kadındı. Pazarları yaptığı o kaskatı sıcak çikolata ne denli berbat olsa da pek aldırmazdınız doğrusu.
Hızlıca eve girdim.
“Soğuktan donmuş olmalısın, su gibi olmuşsundur.” dedi. Terli terli etrafta dolanmanıza müsaade edecek bir kadın değildi, onun için ya kupkuru ya da sırılsıklamsınızdır, ortası yoktur. Ama, bana okulun dışında ne işim olduğunu sormadı, anladım ki, yaşlı Spencer ona ne olduğundan söz etmişti bile.
Çantalarımı kapı girişine koydum, şapkamı çıkardım, şapkamı tutabilmek için parmaklarımı zorla oynatabiliyordum Reis! “Nasılsınız Bayan Spencer?” diye sordum, “Bay Spencer’ ın gribi nasıl oldu? Atlattı mı?”
“Geçti!” dedi, “Ceketini alayım kuzum. Holden, garip ama, mükemmel davranıyor. İçeri gel kuzum, Bay Spencer odasında.”
Yaşlı Spencer’ ın odası mutfağın hemen yanındaydı. Altmış yaşında falandı hatta, belki biraz daha fazla bile olabilirdi ama, çakır keyif olmaktan da gerçekten çok zevk alırdı. Eğer ki, Bay Spencer’ ın ne için yaşadığını merak ettiyseniz, onun için her şey tamamiyle bitmiştir. Ama, onun hakkında bu şekilde düşünüyorsanız o zaman, Bay Spencer hakkında yanılmışsınızdır çünkü, çok fazla düşünmüşsünüzdür. Eğer ki, Bay Spencer hakkında çok değil de yeteri kadar düşünürseniz, kendisi için en doğru olanı yaptığını anlarsınız. Çakır keyifken neredeyse her zaman her şeyden zevk alır. Ben de bazı şeylerden son derece keyif alırım ama, sadece bir süreliğine olur bu. Bu durum da size bazen, bunakların daha iyi dağıttığını, her şeyden daha çok keyif aldığını düşündürür. Ama, ben onların yerinde olmak istemezdim. Ben her zaman, her şeyden keyif almak istemezdim ama, illa olacaksa da çakır keyifken olabilirdi, o zaman her şeyden zevk alabilirim ama, o da bir süreliğine.
Bay Spencer yatak odasındaki rahat koltuğunda, Bayan Spencer’ la beraber neredeyse seksen sene önce Yellowstone Parkı’ ndan aldıkları Navajo battaniyesine sarılmış oturuyordu.
“İçeri gel Caulfield!” diye bağırdı yaşlı Spencer. “Gel içeri çocuk.”
İçeri girdim.
Kucağında kapak tarafı yere bakan aylık Atlantic dergisinin bir kopyası vardı, ilaçlar ve ilaç şişeleri odanın her yerine yayılmıştı ve bir de sıcak su şişesi öylece duruyordu. Sıcak su şişesi görmekten nefret ediyorum özellikle de yaşlı bir adamınkini. Bu güzel bir şey değil biliyorum ama, hissettiğim şey bu, ne yapabilirim… Yaşlı Spencer adeta dayak yemiş gibi duruyordu. Kesinlikle mükemmel davranan bir adam gibi gözükmüyordu. –ki nedir o bilmiyorum- Muhtemelen Bayan Spencer onun bu şekilde davrandığını düşünmek istiyordur sanki, yaşlı adam bütün bir sakinleştirici ile doluymuş gibi.
“Notunuzu aldım efendim.” dedim, “Gitmeden önce size de uğramak istedim. Gribiniz nasıl?”
“Eğer ki, biraz daha iyi hissetseydim çocuk, doktora gönderilecektim.” dedi yaşlı Spencer. Bu onu gülmekten yıkmıştı adeta. “Otur evlat.” dedi, hala gülüyordu. “Jüpiter aşkına, neden maçta değilsin sen?”
Yatağın köşesine oturdum. Bir tür bunak yatağına benziyordu. Dedim ki, “Bir süreliğine maçtaydım efendim. Ama, yarın yerine bu gece eve gidiyorum. Dr. Thurmer eğer çok istiyorsam bu gece gidebileceğimi söyledi, ben de gidiyorum.”
“Yani bu gece eve gidiyorsun, öyle mi?” dedi.
“Evet efendim.” dedim.
“Dr. Thurmer sana ne dedi çocuk?” dedi.
“Eee, aslında çok kibar davrandı bana. Hayatın bir oyun olduğundan bahsetti. Bilirsiniz, kurallarına göre nasıl oynanması gerektiğinden, bunun gibi şeyler. Bir de bana gelecek için bolca şans diledi. Bu tür şeyler yani efendim.”
Sanırım, Thurmer kendi aptal hallerine rağmen bana gerçekten de iyi davrandı. Yaşlı Spencer’ a Thurmer’ ın bana söylediği birkaç şeyden daha bahsettim. Eğer ki, öne çıkmak istiyorsam kendimi hayata adapte etmemle alakalı söylediği şeyleri. Hatta Yaşlı Spencer beni zar zor duyduğundan kulağına bana doğru eğdiğinde birkaç şey bile uydurdum.
“Ailenle iletişime geçtin mi?” diye sordu Yaşlı Spencer.
“Hayır efendim.” dedim, “Henüz iletişime geçmedim çünkü, onları bu gece göreceğim.”
Yaşlı Spencer bir daha eğildi, “Bu durumu nasıl karşılayacaklar?” diye sordu.
“Aslında bu tarz şeylerden nefret ederler. Kovulduğum üçüncü okul bu Reis! Şaka değil.” dedim.
Yaşlı Spencer bu kez eğilmedi, aslında onun için endişeleniyordum, zavallı adam. Birden Atlantic dergisini kucağından kaldırdı, bunu yaparken dergi ona çok ağır bir şey gibi geliyordu, sonrasında dergiyi yatağa doğru savurdu ve ıskaladı. Kalktım ve dergiyi yerden alıp yatağın üzerine bıraktım. Aniden, oradan defolup gitmek gelmişti içimden.
“Senin sorunun ne çocuk?” dedi Bay Spencer, “Kaç ders aldın bu dönem?”
“Dört.” dedim.
“Peki kaç tanesinden kaldın?”
“Dört.” dedim.
Yaşlı Spencer’ ın gözü Atlantic dergisini yatağa sallarken, derginin düştüğü kilime takılmıştı. Sonrasında dedi ki; “Seni tarihten bıraktım çünkü, gerçekten hiçbir şey bilmiyordun. Bir kez olsun dahi ne sınavlar için ne de günlük ödevler için hazırlandın. Bir kez bile yapmadın bunları Holden. Hatta, ders sırasında bir kez olsun o kitabı açıp açmadığından bile şüpheliyim, yaptın mı bunu?”
Ona, kitabına birkaç kez göz attığımı ve bunu sırf onu incitmemek için yaptığımı söyledim. Ona kalırsa tarih gerçekten de çok havalı bir şeydi. Eğer ki, gerçekten de suskun birisi olduğumu bilseydi, ben de bunları söylemezdim ama, kitabı hiçbir zaman açmadığımı düşünmesini istememiştim.
“Sınav kağıdın şifonyerin hemen üzerinde, onu alıp buraya getir.” dedi.
Yerimden kalkıp kağıdı aldım, Bay Spencer’ a kağıdı uzattıktan sonra tekrar yatağın köşesine oturdum.
Bay Spencer, kağıdımı az sonra çok önemli bir bilimsel makale okuyacakmış gibi bir Pasteur ya da o heriflerden birisinin edasıyla aldı.
Dedi ki; “3 Kasım ve 4 Aralık tarihleri arasında Mısırlıları inceledik, yirmi beş konu başlığı içinden Mısırlılar hakkında makale yazmayı seçtin, işte yazdıkların:
“Mısırlılar, doğu yarımkürenin en büyük kıtası olan Kuzey Afrika’ nın en kuzeyinde yaşayan antik bir ırktı. Mısırlılar bugün bizi birçok nedenden dolayı da ilgilendiriyor. Aynı zamanda incilde onlar hakkında sık sık bir şeyler okursunuz. İncil eski firavunlarla ilgili birçok matrak hikayelerle doludur. Mısırlılar hakkında bildiklerimiz bu kadardır.”
Yaşlı Spencer bana bakarak; “Yeni paragraf….” dedi. “Mısırlılarla ilgili en ilginç şey ise alışkanlıklarıdır. Mısırlıların birçok şeyi yapmakta gene birçok değişik yolları vardır. Dinleri de pek ilginçtir. Ölülerini çok değişik bir şekilde gömerlerdi. Ölen firavunlar yüzleri çürümemesi için özel işlenmiş kumaşlarla yüzleri sarılı bir halde gömülürlerdi. Bugün bile doktorlar o formülün ne olduğunu bilmiyorlar, dolayısıyla da biz öldükten belli bir süre sonra yüzlerimiz çürüyor.” Yaşlı Spencer kağıdın arkasından bir kez daha bana baktı. Bense ona bakmayı bırakmıştım. Eğer ki, her paragrafı bitirdiğinde bana böyle bakacaksa, ben ona bakmayacaktım.
“Şimdi, seni bıraktığım için beni suçluyor musun çocuk?” dedi, “Benim yerimde olsan ne yapardın?”
“Aynı şeyi yapardım.” dedim. Ama, bunu düşündüğüm anda söylemedim. Aslında, o anda eve gittiğimde Central Park’ taki küçük gölün donup donmadığını merak ediyordum, eğer donmuşsa sabah camdan baktığınızda herkesin göl üzerinde buz pateni yaptığını görürsünüz, peki ya, ördekler? Göl buz tuttuğunda bütün o ördeklere ne oluyor acaba? Ama, tabiki de bütün bunlar yaşlı Spencer’ a söyleyemezdim.
“Bu durumda nasıl hissediyorsun evlat?” diye sordu.
“Bu derslerden kalışımdan ve okuldan atılışımdan mı bahsediyorsunuz?
“Evet.” dedi.
Bay Spencer’ a üstün körü ne hissettiğimden bahsettim çünkü, o iyi bir adamdı çünkü, ne zaman yatağa bir şeyler fırlatmak istese her seferinde ıskalıyordu.
“Üzgünüm ama, birçok sebepten dolayı artık okulu bırakıyorum.” dedim. Onun beni hiçbir zaman tam olarak anlamasını sağlayamayacağımı biliyordum. Yani, Thomsen Tepesi’ nde öylece durup da Buhler ve Jackson hakkında düşündüklerimden söz etmiyorum elbette. “Bazı sebeplerin hemen açıklanması, anlaşılması gerçekten çok zor efendim.” dedim, “Ama, bu gece çantamı toplayıp, kayak botlarımı içine atmam gerekiyordu. Gidişime dair en çok üzüldüğüm şeylerden birisi de o kayak botlarıdır. Bana, annemin dükkan dükkan gezerek, tezgahtarlara milyonlarca aptal sorular sorup yine de bana yanlış kayak botlarını alışını hatırlatıyorlar. Aslında iyi kadındır Reis, gerçekten. İşte, en çok üzüldüğüm kısım da bu zaten. Annemin yüzünden yanlış kayak botları…” söylediklerimin hepsi bu kadardı, artık gitmem lazımdı.
Yaşı Spencer bütün bu süre boyunca eğik duruyordu. Ama, onun bu eğik duruşunun beni anlamaya olan gayretinden mi yoksa, sadece gribi olan iyi bir ihtiyar oluşundan mı kaynaklandığını bilemezdiniz.
“Okulu özleyeceksin evlat.” dedi bana.
Şaka yapmıyorum ama, gerçekten iyi bir adamdı. Bay Spencer’ a biraz daha anlattım, dedim ki, “Tam olarak değil efendim, salt bazı şeyleri. Pentey’ e trenle gidip gelmeyi, yemekli vagonda tavuklu sandviç yemeyi ve kola içmeyi, o dümdüz sayfaları ve yeni dergileri okumayı. Ve çantamdaki Pentey armalarını özleyeceğim. Bir keresinde bir kadın o armalardan birisini görmüş ve bana Andrew Warbach’ ı tanıyıp tanımadığımı sormuştu. Warbach’ ın annesiydi o kadın, Warbach’ ı bilirsiniz efendim, sersemin önde gidenidir. Çocukken sizin elinizdeki misketleri almak için bileğinizi büken salak tiplerdendir. Ama, annesi iyi kadındı. Aslında çoğu anne gibi onun da tımarhanede yaşaması gerekirdi ama, Warbach’ ı seviyordu kadın. Warbach’ ın ne denli muazzam bir çocuk olduğunu anlatırken onun gözlerine bakıp da ne denli aklını kaçırdığını anlayabilirdiniz. Neredeyse bir saat boyunca ona Warbach’ ın okulda ne denli “muazzam” bir çocuk olduğunu anlattım, ona, okuldaki çocukların Warbach’ ın haberi olmadan bir adım bile atamadıklarından bahsettim. Doğrusu kadını adeta kendinden geçirmişti bu anlattıklarım, hatta bir ara neredeyse koridora yuvarlanacaktı kadıncağız. Muhtemelen o da Warbach’ ın ne denli işe yaramaz bir herif olduğunu içten içe de olsa biliyordu ama, ben onun bu kanısını tamamen değiştirdim. Anneleri seviyorum, bana muazzam keyif veriyorlar.
Sonra anlatmayı bıraktım. Bay Spencer anlattıklarımla pek de ilgilenmişe benzemiyordu. Muhtemelen bu denli derine ineceğimi düşünmüyordu. Her neyse, ben de anlatmak istediklerimin hepsini anlatmadım zaten, bunu asla yapmam. Deliyim, demiştim size, gerçekten.
“Üniversiteye gitmeyi planlıyor musun evlat?” diye sordu Bay Spencer.
“Hiçbir planım yok efendim,” dedim, “Günü gününe yaşarım.” Bu söylediğim kulağa gerçekten de çok yapmacık geliyordu, aslında bütün bir kendimi yapmacık hisseder olmuştum. Çünkü, yaşlı bir adamın yatağının kenarında uzun süredir oturuyordum, aniden kalktım.
“Artık gitsem daha iyi olacak efendim,” dedim, “Binmem gereken bir tren var. Sizi de şişirdim zaten, gerçekten.”
Yaşlı Spencer, gitmeden önce bir fincan sıcak çikolata içmek isteyip istemediğimi sordu, kibarca reddettim, el sıkıştık. Çok fazla terlemişti. Ona zaman zaman mektup yazacağımı, benim için endişelenmemesi gerektiğini, bu durumun da onda vicdan azabı yaratmaması gerektiğini söyledim. Sıcak çikolata isteyip istemediğimi, uzun sürmeyeceğini söyledi bir kez daha.
“Hayır efendim, “ dedim, “Hoşça kalın, umarım yakında iyileşirsiniz.”
“Umarım,” dedi, bir kez daha el sıkıştık, “Hoşça kal çocuk.”
Ben çıkarken arkamdan birkaç şey daha söyledi ama, pek duyamadım. Sanırım iyi şans diledi ya da ona benzer bir şeydi. Onun için gerçekten üzülmüştüm. Neler düşündüğünü az çok bilebiliyordum; benim ne kadar genç olduğumu, hayata dair bir şey bilmediğimi, benim gibi çocukların başına neler geldiğini ve buna benzer bir ton şey düşünüyordu. Sanırım ben çıktıktan sonra bir süreliğine neye uğradığını şaşırdı, ama, iddiaya girerim ki sonrasında Bayan Spencer’ la konuşup daha iyi hissetmiştir hatta, Bayan Spencer’ dan odadan çıkmadan evvel Atlantic dergisini kendisine uzatmasını istemiştir.
O gece eve geldiğimde saat biri geçiyordu çünkü, asansör görevlisi Pete ile gevezelik yapmıştık. Pete bana kayınbirader hakkında bir şeyler anlatıyordu. Kayınbirader polis, herifin birisini vurmuş, aslında anlatmasına pek de gerek yoktu ama, kendini biraz önemli göstermek için anlatmıştı sanırım. Pete’ in kız kardeşi de artık kocasıyla olmak istemiyormuş. Zor bir durumdu doğrusu ama, Pete’ in kız kardeşi için pek de üzülmedim, asıl üzüldüğüm Pete’ in kayınbiraderiydi, zavallı herif.
Siyahi hizmetçimiz Jeannette beni içeri aldı. Anahtarlarımı bir yerlerde kaybetmiştim. Saçlarında şu alüminyum zımbırtılardan vardı.
“Evde ne işin var çocuk?” diye sordu, “Evde ne işin var çocuk?” Her şeyi iki kere söylerdi.
Açıkçası insanların beni “çocuk” diye çağırmasından bıkmıştım artık, “Millet nerede?” diye sordum.
“Briç oynuyorlar.” dedi, “Briç oynuyorlar. Evde ne işin var çocuk?”
“Yarış için geldim.” dedim.
“Ne yarışı?” diye sordu.
“İnsan yarışı. Ha ha ha.” dedim. Çantalarımı ve ceketimi koridora bıraktım ve onun yanından ayrıldım. Şapkamı kafamın arkasına doğru ittim, bir an için gayet de iyi hissettim, koridor boyunca yürüyüp Phoebe ve Viloa’ nın odasının kapısını açtım. Kapı açık olduğu halde içerisi epey karanlıktı, Phoebe’ nin yatağına doğru giderken az daha boynumu kıracaktım.
Phoebe’ nin yatağına oturdum, uyuyordu.
“Phoebe,” dedim, “Uyan Phoebe!”
Oldukça kolay bir şekilde uyandı.
Endişeyle “Holden!” dedi, “Evde ne işin var? Bir sorun mu var? Ne oldu?”
“Off, aynı laflar…” dedim, “Naber?”
“Holdie, gerçekten evde ne işin var?” dedi. Sadece on yaşında ama, bir cevap istediği zaman onu almadan duramaz.
Kolundaki büyük yara bandını fark ettiğimde “Koluna ne oldu senin?” diye sordum.
“Gardırobun kapısına çarptım.” Dedi, “Bayan Keefe bana gardırop için tam yetki verdi, herkesin elbisesinden ben sorumluyum.” Ama, yine başa sarıyordu, “Holdie, gerçekten evde ne işin var?”
Sesi melekler gibi geliyordu kulağıma ama, bana kalırsa bu bana karşı özel olarak yaptığı bir şeydi, beni gerçekten çok sever, yoksa ondan böyle bir ses duyamazsınız. Phoebe çocuk olmasına rağmen harfiyen bizim ailenin bir ferdi olma özelliklerinin hepsini şimdiden bünyesinde barındıyordu.
“Bana bir saniye müsaade et, hemen geliyorum.” dedim ve doğrudan oturma odasına gittim, oturma odasındaki kutuların birisini açtım ve birkaç sigarayı alıp cebime soktum, sonrasında tekrar Phoebe’ nin yanına geldim. Phoebe yatakta dik bir şekilde oturmuş ve gözlerini bana dikmişti, ben de tekrar yanına oturdum.
“Yine okuldan şutlandım.” dedim.
“Holden!” dedi, “Babam seni öldürecek!”
“Yapacak bi’ şey yok Phoebe,” dedim, “Beni sürekli bir şeylerin içine itekliyorlardı, bütün o sınavlar ve saçma sapan ders programları ve bunların hepsinin de aynı anda olmasını zorunlu kılıyorlardı, az kalsın kafayı yedirteceklerdi bana. Sevemedim bi’ türlü…”
“Ama Holden,” dedi Phoebe, “sen de hiçbir şeyi sevemiyorsun ki.” Benim için endişelenmişe benziyordu.
“Hayır, seviyorum, gerçekten. Öyle deme Phoebe.” dedim, “Sevdiğim tonla boktan şeyler var benim de.”
“Ne mesela? Bir tane örnek versene?” dedi Phoebe.
“Bilmiyorum… Ama… Lanet olsun…” dedim, “Düşünecek halim bile kalmadı bugün. Mesela, trende birkaç koltuk önünde oturan ve sadece kafalarının arkalarını gördüğün ama, bir türlü tanışamadığın o kızları seviyorum. Milyonlarca şey seviyorum. Burada seninle oturmayı seviyorum mesela. Gerçekten Phoebe, bunu seviyorum.”
Viola uyanmıştı, “Yatağına geç Viola!” diye bağırdı Phoebe. “Kendisini beşiğin parmaklıklarının arasına sıkıştırıp duruyor.” dedi.
Viola’ yı alıp kucağıma oturttum. Bu kadar hareketli bir çocuk görmemişsinizdir, bizim aile işte, ne dersin…
“Holdie,” dedi Viola, “Jeannette’ e söyle Donald Duck’ ımı geri versin.”
“Viola Jeannette’ e hakaret etti, Jeannette’ de onun oyuncağını aldı.” dedi Phoebe.
“Nefesi hep kötü kokuyor.” dedi Viola.
“Jeannette Viola’ nın çoraplarını giydirirken ona, nefesinin kötü koktuğunu söyledi.” dedi Phoebe.
“Jeannette’ in nefesi sürekli burnumun ucundan gitmiyor.” dedi Viola.
Viola’ ya beni özleyip özlemediğini sordum ama, ne olup bittiğinden pek de haberi yokmuş gibiydi.
“Yatağına geri dön artık Viola!” dedi Phoebe, “Holden, sürekli o beşiğin parmaklıklarına sıkıştırıyor kendini.” dedi.
Viola bana dönüp tekrar, “Jeannette’ in nefesi burnumun ucundan gitmiyor ve Donald Duck’ ımı aldı.” dedi.
“Holden oyuncağını geri alacak Viola.” dedi Phoebe. Phebe diğer çocuklar gibi değildi o, hizmetçilerden taraf olmazdı.
Viola’ yı kucaklayıp tekrar beşiğine yatırdım. Benden bir şeyler getirmemi istedi ama, doğrusu ne istediğini anlayamamıştım.
“Ceytin.” dedi Phoebe.”Zeytin. Şimdi de kafayı zeytinlere taktı. Sürekli zeytin yemek istiyor. Bu öğlen Jeannnette yokken asansörün ziline bastı ve Pete’ e zeytin kavanozunu açtırdı.”
“Ceytin,” dedi Viola, “Ceytin getir Holdie.”
“Tamam.” dedim.
“İçinde kırmızı şeylerden olanlardan olsun.” dedi Viola.
Ona, tamam diyip uyumasını söyledim. Viola’ yı beşiğine tıktıktan sonra Phoebe’ nin yanına geçtim. Bizimkilerin geldiğini duydum.
“Geldiler,” diye fısıldadı Phoebe, “Babamın sesini duyabiliyorum.”
Phoebe’ ye onu anladığım manasında başımı salladım ve kapıya doğru yöneldim, şapkamı çıkarmıştım.
Phoebe arkamdan “Holdie!” diye fısıldadı, “Onlara çok üzgün olduğunu, gelecek dönem daha çok çalışıp kendini affettireceğini söyle!” dedi.
Sadece başımı salladım.
“Tekrar gel!” dedi Phoebe, “Uyumayacağım.”
Dışar çıktım ve kapıyı kapattım. O an, keşke ceketimi adam gibi dolaba assaydım ve çantalarımı öylece ortada bırakmasaydım diye düşündüm. Çünkü, bizimkilerin ceketin ne denli pahalı olduğu ve etrafta kaç kişinin böyle ortada bırakılmış çantalara takılıp boyunlarını kırdığıyla ilgili nutuk vereceklerini biliyordum.
Bana çektikleri onca nutuk ve benzeri zırvalıkları bittikten sonra çocukların odasına gittim. Phoebe uyuya kalmıştı, bir süre onu seyrettim. Güzel çocuk. Sonrasında Viola’ nın beşiğine gittim. Battaniyesini üzerine çektim, Donald Duck’ ını yanına koydum, sonrasında sol elimde tutuğum zeytinleri tek tek beşiğinin parmaklıklarının arasına dizdim. Bir tanesi yere düştü, tozlanmıştı, öylece alıp ceketimin cebine sokup odadan çıktım.
Odama gittim, radyoyu açtım ama, bozulmuştu, ben de yatağa geçtim.
Oldukça uzun bir süre yatakta öylece uyanık bir şekilde uzanarak durdum, gerçekten beraber hissediyordum. Herkes haklıydı, sorun da benden başka kimsede değildi, biliyordum. Hayatımın hiçbir anında Edward Gonzales, Theodore Fisher ya da Lawrence Meyer gibi başarılı bir herif olamayacağımı pekala biliyordum. Babamın, o herifin ofisinde çalışacağımı, bundan sonra okula bir daha asla dönmeyeceğimi söylerken bu kez gerçekten de ciddi olduğunu biliyordum. O ofiste çalışmayı hiçbir zaman sevmeyeceğimi, bundan nefret edeceğimi biliyordum. Central Park’ taki göl buz tuttuğunda bütün o ördeklere ne olduğunu, nereye gittiklerini tekrar merak eder olmuştum. Ve sonunda uykuya daldım.
Çeviri: Ali Faik Anayurt