I. Dünya Savaşı sonrasında çöken Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun ardından şehir adeta küllerinden bir hayalet gibi yükselmeye çalışıyordu. Açlık, yoksulluk, yakıt kıtlığı ve uzayıp giden ekmek kuyrukları… Erkekler ya cepheden dönerken ellerinde olmayan uzuvlarıyla savaşı taşıyordu, ya da yüzlerinde maskelerle eski hayatlarını arıyorlardı.
Tam da bu karanlığın ortasında, çalkantılı bir evlilikte sıkışıp kalmış, 24 yaşında bir kadın vardı: Milena Jesenská. Bugün adı geçerken çoğu zaman yalnızca “Kafka’nın sevgilisi” olarak anılıyor. Ama aslında Milena, sadece Franz Kafka’nın duygusal tarihçesinde değil, Avrupa’nın karanlık yıllarında ahlaki bir pusula olarak da duruyordu. Onu tanımadan geçen her yıl, tarihin bir kadın daha unuttuğu yıl oldu.
Benim onunla tanışmam ise neredeyse rastlantıydı.
Bir Bursun Peşinden Başlayan Yolculuk
2013 yılında, Londra’da yaşayan bir gazeteci olarak zor zamanlar geçiriyordum. Serbest yazarlıkla geçinmeye çalışıyor, çoğu gün neyin hikâye olup neyin sadece kendi hayatım olduğunu ayırt edemiyordum. Tam da o dönemde, Viyana’daki bir üniversitenin gazetecilere sunduğu bir araştırma bursuna denk geldim: Milena Jesenská Gazetecilik Bursu. Adını daha önce hiç duymamıştım. Ama araştırmaya başladıkça, önümde parça parça bir hayat belirmeye başladı ve o hayat beni ele geçirdi.
Milena, yalnızca Kafka’nın mektuplarında hayal meyal görünen bir hayal değilmiş; o, hayal kurmayı bırakmayan bir kadının ta kendisiymiş.
Kendi Hayatının Yazarı
Prag doğumlu Milena, dönemin antisemitik baskılarına ve babasının zorlamalarına rağmen, Yahudi bankacı Ernst Pollak’a âşık olduğu için “akıl hastanesine” kapatılmıştı. O ise oradan kaçtı, evlendi, Viyana’ya taşındı. Fakat masal orada bitmedi. Pollak’ın metresi vardı. Milena, evde aç kalmamak için tren istasyonlarında valiz taşıdı. Ama kimliğini orada da yeniden yazmaya kararlıydı.
Teyzesi Růžena Jesenská gibi yazmak istiyordu. Zaten Rilke’yle, Karel Čapek’le ve Kafka’yla aynı edebi çevrelerde bulunmuştu. Ve 1920 yılında Kafka’ya bir mektup yolladı: “The Stoker” adlı öyküsünü Çekçeye çevirmek istiyordu. Bu talep, yalnızca Kafka’nın ilk çevirmeni olmasını sağlamadı; aynı zamanda tarihe geçen bir mektup aşkının da fitilini ateşledi.
Bugün Kafka’nın Milena’ya Mektuplar kitabı raflarda yerini almış durumda. Ancak orada yalnızca Kafka’nın sesi var. Milena’nın mektupları kayıp. Sanki bir kadın, kendi aşk hikâyesinde bile susmak zorundaymış gibi…
Direnişin Sessiz Kahramanı
Kafka’nın ölümünden sonra Milena susmadı. Kocasından ayrıldı. Gazeteciliğe devam etti. Faşizme karşı kalemiyle, sonra da cesaretiyle mücadele etti. Nazilerin Çekoslovakya’yı işgal ettiği dönemde, yasaklı yayınlarda yazdı, Yahudileri ve direnişçileri evinde sakladı, hatta eski kocasının bile kaçmasına yardım etti.
Bu yüzden Gestapo tarafından tutuklandı. 1944’te Ravensbrück Toplama Kampı’nda hayatını kaybetti. Ve dünya onu büyük ölçüde unuttu.
Benim Milena’ya Borcum
Milena’nın hayatı üzerine araştırma yaparken beş kitap okudum, sayısız arşiv taradım, Viyana ve Prag’da izini sürdüm, biyografi yazarı Mary Hockaday ile bile görüştüm. Zamanla şunu fark ettim: Onun hakkında yazılan onca şeyin içinde kendi sesi yoktu. Milena hâlâ başkalarının kelimeleriyle tanımlanıyordu.
Ve ben bunu değiştirmek istedim.
Bu yüzden “Letters to Kafka” adlı romanımı kaleme aldım. Milena’nın ağzından yazılan bu kitap, ona kendi hikâyesini anlatma hakkını tanıyor. Hayali mektuplar aracılığıyla Kafka’ya olan aşkını, Viyana’daki mücadeleci yıllarını, Nazi sorgularını ve direniş günlerini onun gözünden anlatıyor.
Roman iki zaman çizgisinde ilerliyor: Biri 1918-1925 arasındaki Viyana günleri, diğeri ise 1938 sonrasında Nazilerin işgal ettiği Çekoslovakya’da bir direnişçi olarak verdiği mücadele. Bu, Milena’nın sadece Kafka’nın kadını değil, kendi hayatının öznesi olduğunu gösterme çabası.
Milena’yı Geri Çağırmak
Bugün hâlâ birçok insan onun adını duymamış olabilir. Ama biliyorum ki Milena Jesenská, bizim hatırlamaya, anlatmaya ve ondan ilham almaya en çok ihtiyacımız olan kadınlardan biri. Onun hikâyesi, aşkın ötesinde bir cesaret, bir direniş ve bir özgürlük hikâyesidir.
Franz Kafka bir zamanlar şöyle demiş:
“Henüz var olmayan bir şeye tutkuyla inanarak onu var ederiz. Var olmayan, yeterince arzulanmamış olandır.”
Ben, var olmayanı yazdım. Çünkü Milena’nın hikâyesi, yalnızca Kafka’nın mektuplarında gölgede kalacak kadar küçük değildi.
Artık onu Kafka’nın sevgilisi olarak değil, Milena olarak hatırlayalım. Gazeteci, çevirmen, direnişçi, anne, mahkûm… Ve en önemlisi: kendi hayatının yazarı.
Christine Estima, çev. Efruz Tezcan