Bu kadınlar, kampın barakalardan birinde, yatakhane olarak kullanılan daracık bir alanda Beethoven’in “Pathétique Sonatı”nı çalmaya başladılar. Eser aslında solo piyano için bestelenmişti, ancak içlerinden biri—savaştan önce konservatuvarda eğitim almış bir Fransız gece kulübü şarkıcısı—bu eseri üç keman ve bir viyolonsel için düzenlemişti.
Üçü Yahudi olan bu dört kadın, Nazi Almanyası’nın en korkunç ölüm kamplarından biri olan Auschwitz’teki tek kadın orkestrasının üyeleriydi. 1943 Nisanı’ndan 1944 Ekimine kadar süren bu orkestrada, çoğunluğu genç kızlardan oluşan yaklaşık kırk kişi yer alıyordu. Bazı üyeler henüz on dört yaşındaydı. Orkestranın kurucusu ve şefi Alma Rosé dışında neredeyse tamamı savaşın sonunda hayatta kalmayı başardı.
Orkestranın Nazi Görevi: Müzik ve Manipülasyon
Kadın orkestrası, kamptaki diğer mahkûmlardan ayrılmış özel bir blokta yaşıyordu. Onlara verilen görev, her sabah ve akşam kadın mahkûmların işe giderken düzenli yürümelerini sağlamak için neşeli marşlar çalmaktı. Repertuarlarında sadece on iki kadar marş vardı ve bunlar bittiğinde başa dönüp yeniden çalarlardı. Aynı zamanda haftalık konserler verir, hasta mahkûmlar ya da SS subayları için özel performanslar sergilerlerdi. Zaman zaman kampı ziyaret eden Nazi yetkilileri için de çalarlardı.
Ancak o gece yapılan Beethoven performansı tamamen gizliydi. Çünkü Yahudi müzisyenlerin “büyük Alman eserlerini” çalmaları Nazi ideolojisine göre uygun değildi. Bu yüzden çaldıkları müzik yalnızca kendilerine yönelik, bir kaçıştı. Dış dünyayla kopan bağlarını, sanatla yeniden kurmaya çalıştılar. Genç viyolonselci Anita Lasker, bu anı “Auschwitz’in cehenneminden yukarı çıkıp dokunulmaz bir güzellik katmanına ulaşmak” olarak tanımlıyordu. Bu onun için bir kaçış, bir direniş, bir hayal dünyasına sığınmaydı.
Müzik Herkesi Aynı Şekilde Etkilemedi
Auschwitz denince akla ilk gelen şey müzik olmaz. 1,1 milyon insanın sistematik biçimde öldürüldüğü bu kampta, müzik, kurtuluş değil, çoğu zaman aldatmanın ve işkencenin bir aracıydı. Bu yüzden Anita gibi düşünenler olsa da, pek çok mahkûm için orkestra, umut değil, bir kandırmacaydı.
Fransız direnişçi Charlotte Delbo, 1995 yılında verdiği bir röportajda, sabah işkenceyle dışarı sürüklenen iskelet gibi erkek mahkûmlara eşlik eden neşeli valslerin “dayanılmaz” olduğunu söylüyordu.
Benzer şekilde, 1944’te kampın girişinde Dvořák ve Smetana eşliğinde karşılanan Pearl Pufeles, yıllar sonra hâlâ gözyaşları içinde o anı hatırlıyordu. “Burada müzik varsa, demek ki o kadar kötü değildir” diye düşünmüşlerdi kız kardeşiyle. Ama gerçek, çok daha karanlıktı. Pearl ve ikiz kardeşi Helen, doktor Mengele’nin korkunç deneylerine seçilmişti.
13 yaşındaki Irene Zisblatt’ın anıları ise başka bir acıyı yansıtıyor. Yaklaşık 32.000 kadın mahkûm, krematoryumların hemen yakınında, yerleri kaplayan sıcak küllerin üzerinde saatlerce oturtulmuştu. Yukarıdan yağmur gibi insan külleri yağıyordu. SS subayları keyif içinde gülüşürken, orkestra sahneye çıkıp konser vermeye başladı. Irene, “Bu bizim ruhumuz için bir müzik değildi,” diyordu. “Ailem, kardeşlerim yanarken bunu dinlemek bir işkenceydi.”
Yaşamak İçin Çalmak: Müzikal Hayatta Kalma Stratejisi
Bazı kadın mahkûmlar için orkestra, ölümle yaşam arasındaki tek köprüydü. Başka türlü yaşama şansı olmayan bu genç kızlar, müzik yetenekleri sayesinde gaz odalarından kurtulmuştu. Ama bu durum diğer mahkûmlar tarafından her zaman hoş karşılanmadı. Onlara “imtiyazlı” gözüyle bakıldı. Oysa gerçek bundan uzaktı: Bir battaniye ve bir ranza dışında neredeyse hiçbir ayrıcalıkları yoktu.
Orkestra üyeleri, Nazi subayları için konserler verirken, SS yemekhanesinde eğlenmeye gelen subayların gözleri önünde müzik çalarken ya da gelen mahkûmları “yumuşatmak” için çalarken hem fiziksel hem ruhsal olarak büyük acılar yaşıyorlardı. Violinist Lily Mathé, SS subaylarının kemiklerini onlara atarak onları aşağılamasını hiç unutamamıştı.
Müzikal Direnişin Sessiz Anıları
Orkestradaki iç çatışmalar da az değildi. Farklı milliyetler ve inançlardan gelen kadınlar, hayatta kalma içgüdüsüyle bir arada yaşamak zorundaydı. 1944’ün başlarında yapılan o gizli Beethoven performansı da bu çatışmanın sembollerinden biriydi. Üç Yahudi müzisyenle çalan Polonyalı Hristiyan Helena Dunicz, çalmayı bir anda bıraktı. Yıllar sonra bunun sebebini açıkça yazdı: Diğer Polonyalı Hristiyan kadınlar, Yahudi kızlarla bu kadar yakın olmasını istememişti. “Çok üzgündüm,” diyordu Helena. “Kampın korkunç ortamında kendimi yeterince güçlü hissedemedim.”
Kamplar Yanarken Müzik Devam Etti
1944 Kasım’ında, Auschwitz kadın orkestrası aniden dağıtıldı. Yahudi üyeler Bergen-Belsen’e, geri kalanlar ise Ravensbrück’e gönderildi. Belsen kampı 1945 Nisanı’nda İngilizler tarafından kurtarıldı. Kurtarıcı birliklerden biri olan 31. Zırhlı Tümen’de görevli bir İngiliz subay, savaşın sonunda kampı yakan Crocodile tanklarının operasyonundan sorumluydu: Maj. Eric Rubinstein.
Yıllar sonra, bu subayın kızı, babasının Belsen’deki göreviyle Auschwitz kadın orkestrası arasında bağ kurdu. Orkestranın bazı üyeleri, Belsen’in kurtuluşundan sonra hâlâ hayattaydı ve bazıları İngiliz askerler için konser vermeye devam etmişti. Anita Lasker-Wallfisch, yıllar sonra bu anıları anlatırken bir İngiliz subayın kendisine ve kardeşine giysi bulduğunu hatırlıyordu. Acaba o subay, babası Eric Rubinstein olabilir miydi?

Müzik, Kurtuluş Muydu Yoksa Bir Başka İşkence Türü Mü?
Bugün Auschwitz kadın orkestrası hakkında yazılanlar yalnızca bir kahramanlık ya da hayatta kalma öyküsü değil. Bu hikâye aynı zamanda derin bir etik sorunun da merkezinde duruyor: Yaşamak için çalmak, ölümden kurtulmak pahasına müziği Nazi propagandasının parçası haline getirmek doğru muydu?
Bazı kadınlar bu soruyu hayatları boyunca kendilerine sordu. Kampın koşulları altında “doğru” karar nedir? Hayatta kalmak için ne kadar ödün verilmelidir?
O kadınlar, ölümün eşiğinden döndüler. Ama çoğu zaman ruhlarında başka bir ölüm taşıdılar: Suçluluk, utanç, pişmanlık ve yeniden “insan” olmanın acı bedeli.
Ve yine de… O soğuk gecede çalınan birkaç nota, Beethoven’ın yüzyıllar öncesinden gelen melodileri, belki de en saf haliyle insanlığın, estetiğin ve direnişin yankısıydı.
Anne Sebba, çev. Efruz Tezcan