İnceleme

Madımak Tekrar Yaşanmasın!

21’nci yüzyılda dini aydınlanma yaşayamamış topluluklarda, gündemi işgal etme pahasına çeşitli dini argümanlar tekrar ortaya çıkıyor. Bir inanç silsilesi olarak görülen dinin “elden gidiyor” savları Türkiye’deki gericiliğin her zaman ana savlarından birisi oldu. Yakın tarihte 31 Mart İsyanı ile başlayan ve çok kolay şekilde hareketlenen gerici kitleler, 2 Temmuz 1993’te çok büyük bir yıkıma sebep oldu. Sivas’ta bulunan Madımak Oteli’ne sığınmış sanatçı ve aydınlardan 35’inin katledilmesi, dini argümanlar ile ayaklanan kitlenin ne kadar korkutucu olabileceğini gösterdi.

Ayaklanma Çabasında Kitleler

Genel olarak “ayaklanma” olarak ifade edilen kavram haksızlık, zulüm, eziyet ve benzeri durumlar söz konusu olduğunda gerçekleşir. Ancak Türkiye’de bu kavram dini saikler ile gerçekleşiyor. 31 Mart (1909) tarihinde patlak veren ayaklanma yakın tarihin kaydettiği bu olayların başında gelir. İslamcı ve İngiliz aşığı olan (Türkiye’deki İslamcılar her zaman İngilizleri sevmiştir!) Derviş Vahdeti’nin büyük gayretleri ile patlak veren isyan, tam anlamıyla İslamcı bir rejimin kurulmasının dışavurumuydu. Halbuki o dönemde aktif olarak şeriat da uygulanıyordu.

Sonraki hareketlenmeler Cumhuriyet döneminde de tekrarlandı. En üzücü olanlarından bir tanesi ise Madımak Oteli’nde meydana geldi. 2 Temmuz 1993’te gözü dönen kitleler otele sığınmak zorunda kalan aydın ve sanatçıları diri diri yakmak istedi. Otel yanarken de yangını izleyen kitle tekbir sesleri getirdi.

Ayaklanma çabasındaki kitlelere bakıldığında aslında ellerinde dinden başka tutulacak hiçbir şeyin olmadığı görülüyor. Hayatlarının merkezine şifahen yerleştirdikleri din için kendilerine göre yapılacak en ufak bir eleştiri, dokundurma veya benzeri durum kabullenilmiyor. Halbuki bu sırada kendisinin yaşam kalitesi zaten oldukça düşüyor. Ağır vergiler altında eziliyor, karın tokluğuna çalışıyor, hiçbir şekilde saygı ve değer görmüyor. Elinde kalan din ona yaşamda neden aynı günleri tekrar tekrar yaşaması gerektiğini gösteriyor. Marx bu yüzden dini “kalpsiz dünyanın kalbi” olarak adlandırıyordu.

Hal böyle olunca Türkiye gibi ülkelerde siyasiler de dinî argümanlar söylemeyi çok seviyor. Çünkü dini savlar öne süren siyasiler halk nezdinde yandaş toplayabiliyor. Kitleler, dini argümanlar ile konuşan siyasetçinin de kendisi gibi olduğunu sanıyor. Halbuki siyasetçinin yaşam olanakları ile kendisi kıyas bile kabul etmeyecek düzeyde.

Aynı şekilde dindeki her yasak, yasak olarak kabul edilmiyor. Burada da dini aydınlanma yaşamamış olanların ayrımcılığı görülüyor. Örneğin içki dini kurallara göre yasaklanmasına rağmen içkiden alınan vergi devletin dini kurumlarına ödenek olarak aktarılıyor. Hırsızlık, yalan, iftira, haksızlık gibi konular da her dinde olduğu gibi İslam için de yasak olmasına rağmen örneğin hırsızlık yapan birisinin akıbeti, başını örtmeyen kadar aynı olmuyor.

En son Sezen Aksu meselesi ile gündeme gelen ve siyasi ortamın da adeta Derviş Vahdeti sevinciyle sahiplendiği durum kaç yıldan beri Türkiye’de bir şeylerin değişmediğini gösteriyor. Aksu’nun sanatçılığı ve duruşu ayrı bir konudur ve mesele Aksu’nun Adem ve Havva için sarf ettiği söz de değildir. Temel mesele dini çok katı kurallar çerçevesinden görmeye çalışanların asıl katı kurallarını ısrarla gözden kaçırmalıdır. O zaman ya katı kurallar çerçevesinde yaşayacaksınız ya da dini göndermeleri normal olarak karşılayacaksınız.

Türkiye dışında gelişmiş ülkelerin hiçbirinde şarkıda geçen sözler gündem olmazdı. Tıpkı bir otelde 35 kişinin diri diri yakılmasının söz konusu olmayacağı gibi. Tıpkı Turan Dursun ve Bahriye Üçok’un öldürülmesinin unutulmaması gibi.

Dinin her zaman kişinin kendi meselesi olduğu ve başkalarının yönlendirmesi yerine kendisinin vicdanında tartacağı iyilik değerleri olması gerektiğini anlaması için daha ne kadar süre geçmesi gerekecek acaba?

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu