Athena Liu, eleştirmenlerin ve okuyucuların gözdesi, Netflix’le anlaşma imzalamış başarılı bir yazar. Juniper Hayward ise onun gölgede kalmış, ilk kitabı satışlarda çakılmış, cep baskısı iptal edilmiş, kıskançlıkla parlayan gözleriyle başrolü kapmaya çalışan eski arkadaşı.
Roman, bu ikilinin bir gece dışarı çıktıktan sonra Athena’nın lüks dairesinde başarıyı kutladıkları sahneyle açılıyor. Juniper dışarıdan tebessüm etse de içten içe kıskançlıkla yanmakta. Derken ansızın, Athena kendi yaptığı bir pankeki yerken boğuluyor… ve ölüyor.
Bu beklenmedik kaza –gerçekliğe meydan okuyan bir tesadüf– romanın hem ritmini belirliyor hem de “gerçek” kavramının ne kadar kaygan olabileceğini bize hatırlatıyor. Ancak asıl olay burada başlıyor: Athena, ölümünden hemen önce Juniper’a yepyeni, gizli bir roman taslağını göstermişti – Britanya ordusu tarafından Birinci Dünya Savaşı’nda işe alınan Çinli işçiler hakkında epik bir hikâye. Taslak daktiloyla yazılmış (“ne Word yedeği, ne Google Docs, ne Scrivener”; yani açık vermeyen bir kurgu!). O karmaşık saatlerde –911 çağrısı, gözyaşları içinde eve dönüş derken– Juniper sayfaları çantasına atıveriyor. Ve sonra… kendini tutamıyor. Romanı kendi adıyla değil ama biraz değiştirilmiş haliyle –“June Song” (Song, annesinin verdiği ikinci adı)– yayımlatıyor.
Yılın en hızlı okuduğum romanı olabilir bu.
Juniper’ın seçtiği bu bulanık yazar ismi, Asyalı olmayan birinin Asyalı kültürünü “sahiplenmesini” sorgulayacak okuyucuları ilk başta şaşırtmak için zekice bir hamle. Ardından hayalini kurduğu her şey gerçek oluyor: dev bir yayıneviyle milyon dolarlık anlaşma, eleştirmenlerden övgüler, New York Times çok satanlar listesine giriş… Tabii bir sorun var: Athena’nın annesi, kızının araştırma notlarını bir üniversite arşivine bağışlamayı planlıyor (ama Juniper bu meseleyi pek de ikna edici olmayan bir biçimde hallediyor). Bir de yayınevindeki Asyalı-Amerikalı editör yardımcısının itirazları var (bunlar daha kolay göz ardı edilemiyor). Yine de Juniper başarı ışıkları altında kendini kaybediyor – ta ki sosyal medya, özellikle de Twitter, sorgulayıcı gözlerini ona çevirene dek. Artık bir intihal skandalının tam ortasında.
Yalanını sürdürmek için Juniper’ın giderek daha karmaşık oyunlara başvurması gerekiyor. Dahası, kendi kendine inanması. Sonuçta o sadece Athena’nın bitmemiş taslağını “doğurtmuş” olmadı mı? Üstelik Athena da vaktiyle Juniper’ın özel hayatını deşip bir kısa öyküsüne malzeme etmişti. Hem zaten günümüzde beyaz yazarların şansı ne ki?
Gerekçeler biriktikçe, Kuang anlatımı ustalıkla sarsıyor: Juniper’ın itirafı gerçekten samimi mi, yoksa bu da yeni bir kandırmaca mı? İşlediği suçun boyutu ne kadar büyük? Roman, iki arkadaş arasındaki rekabetten intikamla bezeli melodramaya, hatta zaman zaman bir hayalet hikâyesine evrilirken okuyucuyu sürekli tetikte tutuyor. Yellowface, yayıncılık dünyasının çeşitlilik konusundaki çifte standartlarına dikkat kesilen bir hiciv. Evet, konusu kitap sektörüyle sınırlı olduğu için hitap ettiği kesim biraz dar olabilir. Kuang da neyi açıklayıp neyi açıklamamak gerektiği konusunda zaman zaman kararsız gibi. Elif Batuman’ın The Idiot romanına duydukları ortak hayranlık üzerinden kurdukları arkadaşlıktan etkilenen okur, muhtemelen ciltsiz kitapların neden daha ucuz olduğunu anlatan açıklamalara ihtiyaç duymuyordur.
Ama yine de… Bu romanı yılın en hızlı, en iştahlı şekilde okuduğum kitap ilan edebilirim. Mizahı da eksik değil. Juniper, Athena’nın romanını kendisinin yazdığı yalanına körü körüne inanırken; aynı zamanda eleştirmenler romana burun kıvırdığında içten içe seviniyor – “Zaten Athena vasatın önde gideni değil miydi?” Ama romanın komedisi yalnızca zekice hicivle sınırlı değil, derinleşiyor da: Juniper, elde ettiği haksız kazançla –ironik ama gerçek– artık başkaları için üniversite başvuru mektupları yazmak zorunda değil! Bir başka sahnede, Çin siyaseti üzerine konuşan menajerinin aslında Wikipedia’dan bakarak konuştuğunu, çünkü kendisinin aynı anda aynı sayfayı okuduğunu fark ediyor. Herkes blöf yapıyor, diyor Kuang, ve Yellowface’in derinlikli alt metni şu soruyu bırakıyor bize: Yaratıcılık dediğimiz şey, aslında bir tür “çalma” değil mi zaten? Yoksa ben de Juniper’ın hikâyesine kanıp onun gözyaşlarına mı aldandım?
Romanın seni bıraktığı yer tam da bu: Bıçak sırtı bir kuşku.