İnsan kendini oldu kabul ettikten sonra daha doğrusu yıllardır alıştığı kişiliğinin bir anda öyle olmadığını, yıllardır bir yanılsama üzerine kişiliğinin kurulduğunu fark ettiği anda ne olur? Ya da aslında ortada benlik diye bir şeyin olamayacağını keşfetmesi, kendisine neyi gösterir? Gerçeklik algısının böylesine alaşağı olması ile delilik arasındaki ince çizgi üzerinde yürümeye başlayan insan, bir sonuca varabilir mi? Bir başka ifadeyle; emin olduğumuz benliğimizin aslında küçük ve sayıları on binleri bulan benliklerden oluştuğunu fark ettiğimiz an neler olur?
Luigi Pirandello’nun Biri, Hiçbiri, Binlercesi[1] romanı tam da bu tür soruların etrafında şekilleniyor ve romanın kahramanı Moscarda’nın etrafında hepimizi ilgilendiren ama ısrarla görmezden geldiğimiz bir soruna odaklanıyor; başkalarından bağımsız bir benlik inşası mümkün müdür?
Her şey, yirmi sekiz yaşındaki Moscarda’nın bir sabah eşinin kendisine burnunun yamuk olduğunu söylemesiyle başlar. Yirmi sekiz yaşına kadar burnunun yamuk olmadığını sanan Moscarda ise telaşla aynanın karşısına geçerek yüzünü incelemeye başlar ve sahiden de burnunun yamuk olduğunu görür. Bu keşfinden ötürü hayrete düşer, nasıl olmuş da yıllardır aynaya baktığı halde kendi burnunun yamukluğunu görememiştir? Daha sonra kaşlarının inceliği, kulaklarının eğri oluşu gibi başka aksaklıklarını da keşfeder. Böylelikle aynada gördüğü ile kendisi arasında bir bağlantı kurmaya başlar. Bir anda zihnine aynadan hareketle başkalarının gördüğü Moscarda ile kendisinin gördüğü Moscarda’nın ve aynadaki yansıma olan Moscarda’nın farklı kişiler olduğu takılır:
‘“Meğer başkaları için; kendimce, kendi içimde olduğumu sandığım gibi değilmişim’ düşüncesi beynime saplanıp kalmıştı.” (18)
Ardından arkadaşına gidip burnu ve diğer kusurları hakkında konuşur. Arkadaşı da öncelikle bunun doğru olmadığı görüşündedir ama dikkatlice baktıktan sonra Moscarda’nın burnunun yamukluğunu kabul eder. Buradan sonra roman, bir olay örgüsünden çok şu soruna odaklanır; başkalarının nazarında başka olan bir ben ile benlik için ben yaratmak mümkün müdür? Veya bu benliklerden hangisi gerçektir?
Moscarda’ya kafa yordukça katlanılmaz gelen, kişinin her zaman başkalarınca var olabilmesidir. Yani başkalarının gözünde ve onların algıladıkları açıdan varoluş mümkündür.[2] Bunun dışında, kişi kendi kendinde var olamamaktadır. Başkalarına ve onların algılarına bu denli bağlılık, Moscarda’yı kendisi de dahil olmak üzere tüm algıların üzerine çıkacak bir konum arayışına sürükler:
“Peki ya diğer insanlar? Hiçbirisi benim içimde değil ya! Dışarıdan bakanlar için duygularımın, düşüncelerimin bir burnu var. Ve bu benim burnum. Gözleri var. Ve bunlar benim gözlerim. Oysa gözlerimi ya da burnumu da dışarıdan ben göremiyorum! Burnumla düşüncelerim arasında nasıl bir bağ olabilir? Bana kalırsa hiçbir bağ yok. Ne burnumla düşünüyorum ne de düşünürken burnuma bakıyorum. Ama ya başkaları! Başkaları içimdeki düşünceleri göremiyor fakat dışarıdan burnumu görüyor. Başkaları için burnumla fikirlerim arasında öyle büyük bir bağ var ki, fikirlerim çok mühim olsalar bile komik burnum onları güldürebilir. (…) Başkalarının bana baktıklarında gördükleri kişinin bugüne dek tanıdığım ben olmadığı, o gördükleri kişinin de görülebilmesi için bana benim gözlerim haricindeki yabancı gözlerle dışarıdan bakılması gerektiği fikri beni kahrediyordu.” (30)
İçindeki yabancının ayırdına varışı, bunca zamandır kendi algıladığı benliği ile başkalarının algıladığı benliği arasındaki farktan kaynaklanır. Her insanın kendi durduğu yerden kendisini algılamak zorunda oluşunu öğrendikçe –ki buna kendisi de dâhildir- tüm gözlerden, bakışlardan kurtulacak bir konum arayışına koyulur.
Sartre, Varlık ve Hiçlik’in ünlü Bakış bölümünde, başkasının bakışına maruz kalmanın insanı gölge izleyenlere (gölge-benlik) takılıp kalmak ve o bakışı içselleştirmek anlamına geldiğinden bahseder. Başkasının görüyor olması, kişinin kendisini görmesi anlamı taşır. Dünyada acımasız bir konumda kalmıştır görülen, bakışlara maruz kalan. İnsan ise bu çaresizliği aşmak için görülmeden görmek hakkına sahip olmak ister. Bakışın nesnesi değil, öznesi olmayı ister. Moscarda’nın durduğu yerden, bu anlatım başka bir şekilde dile gelir:
“Pencereden, aşağıdan geçmekte ve geniş bakış alanınız içinde kısa bir an için yaşamakta olan sokaktaki minik göçebelerin gerçekliği üzerine oturttuğunuz koşulları kendinizden sıyırabilmek için çaba harcamanız gerekir ama böyle bir çaba göstermezseniz, çünkü binlercesinden biri olan küçük, yüksek pencerenize ve buradan bakmakta olan halinize dair bu kişilerde oluşan görüntü hakkında içinizde hiç şüphe uyanmaz.” (89)
Kendi benliğinin bir bütün olmadığını anladığında ve başkalarının bakışlarına bağımlı oluşunun dayanılmazlığını görünce, Moscarda başkalarının kalıplar halinde oluşturdukları kendine dair algıları yıkmak için harekete geçer. Etrafındakilerinin yarattıkları algıdan başka bir gerçekliğe işaret etmek isteyecektir. Babasından kalan yüklüce mirastan feragat etmeye kalkışır. Etrafındaki herkes, başta eşi, delirdiğini düşünür. Burada vergi dairesi, banka ve evi gibi yerlerde karşısındakiler onunla alay edercesine konuşurlar. Moscarda içindeki yabancıyı hissetmeye başlamıştır, algıların dışında davranıldığında, insanın zaten değişken bir varlık oluşu göz önünde tutulduğu halde ne demeye şaşkınlık yaşanmaktadır? Bu şaşkınlığın, yani temel bir dayanaktan yoksun olan insanın değişkenliği ise yine başka bir kalıp-algı sayesinde isimlendirilir: delilik. Moscarda etrafından gelen bu damgaya sahip çıkar, kendi içindeki yabancıyı daha doğrusu parçalanmış benliklerin imhası için deliliğe ihtiyacı olduğunu düşünür. Benliklerini aşarak, bir bütüne ulaşmayı amaçlamaktadır:
“İlgilendiğim şey, içimdeki ben’in beni görmesi değil; bütün çabamı yönelteceğim nokta şu olmalı: ben, kendi tarafımdan görülmeliyim; kendime kendi gözlerimle, ama sanki gözlerim herkesin gördüğü fakat benim göremediğim bir başkasına ait gözlermiş gibi bakmalıyım.” (55)
Farkına vardığı; başkalarının bakışı tarafından var edildiği, ama bu varoluşun herkese göre değiştiği çünkü onların algılarına bağlı olduğu, insanın kendi benliğini asla göremediği –burnunu görememesi gibi-, benliğine dair aksaklıklar olmaya başladığında ise başkalarının pek çok yakıştırdığı benlik algısına karşılık bunlardan hiçbiri olmadığı ve bir yabancıyla karşılaşmasıdır. Burada da bütüne ulaşma arzusu belirir, Lacan kavramı olarak büyük ötekine ulaşmak isteyen bir arzu yani “objet petit a”.
Lacan’ın kuramında özne daimi olarak bölünmüştür. Lacan, hiçbir zaman özniteliklerimizden herhangi birisi olmadığımızı ileri sürer. Eğer doğruluk bireyin doğasından gelen bir özelliği ifade ediyorsa, doğruluk diye bir şey yoktur. (Sarup: 17) Özne bölünmüş ve her zaman başkalarınca yorumlanmaya muhtaçtır. Bölünen özne ise bir tür tamlık yanılsamasına sahiptir. Ama öznenin var oluşu simgesel düzende yani dışarlıklı dünyada mümkündür. Fakat imgesel olan ile simgesel arasındaki çatışmada benlik bir türlü tam olamaz, tamlık yanılsamasını doğuran bu noktadır. Bir diğer çıkmaz, öznenin oluşumda öteki olana bağlılıktır. Öznenin kendisini öteki olarak göreceği bir ayna olmak zorundadır. Aynadaki görüntü ise bütünlük yanılsaması yaratarak, ben’in temelini oluşturur. Yani aynadaki görüntü ile aynaya bakan arasında bir bağ aslında yoktur, çünkü o esnada aynadaki yansımaya mı bakılmaktadır yoksa kişi kendisine mi bakmaktadır? Buradan “küçük öteki” diye adlandırdığı benlik-parçaları doğmuş olur. Küçük-ötekiler benliğin tamlığını bozduğu için saldırganlığa sebep olurlar. Saldırganlığı, öznenin bütünlüğe kavuşması içim simgesel düzenin içinde olan büyük öteki ile de hesaplaşmak zorundadır, ancak bu büyük-öteki’yi aştıktan sonra kendi küçük-öteki parçalarının üstesinden gelebilecektir (Köle’nin Efendi ile hesaplaşması). Büyük-öteki; kendimizi görmek istediğimiz yerden kendimize bakmaktır.
Ama buradaki en başat sorun ise bu arzuya düşüldüğü an, artık özne kendi arzusuna yabancılaşacaktır. İhtiyaçlarının farkına varacak ve onları talep olarak dile getirecektir –ki bu yüzden Lacan’a göre dil taleplerin bütünüdür. Talebin simgesel olarak ifade ediliyor oluşu, yani tam anlatılıyor olması, özneyi tatmin edecek arzu nesnesini sürekli ulaşılmaz kılacaktır. Arzu ile arzu nesnesi arasındaki boşluk-uyuşmazlık ise eksiği doğuracak ve ihtiyaç ile talep arasındaki boşlukta kendisine yer edinen arzu sürekli olarak fantezi kurmaya mahkum olacaktır. Tam bir anlama olanaklı değildir; çünkü gösterenlerin belirsizliği nedeniyle söylenilen ile demek istenilen arasında daima bir boşluk bulunur. (Sarup: 17) Gerçek olana ulaşamayan özne, gerçek’e ulaşmak için fantezi nesnesi yaratacaktır. Aslında ise bu arzu nesnesi yoktur, özne için bir yanılsamadır, insanın çocukken ruhsal açıdan hadım edilmesinin getirdiği eksikliği, koparılmışlığı gidermek için bu arzu nesnesi kullanılacaktır. Özne ise aslında içten içe olmadığını bildiği bu arzu nesnesine yani objet petit a’ya ulaşmaktan kaçınacak ya da yolunu uzatacaktır.
Moscarda için kendi koparılmışlığını telafi etmek ve bir bütüne ulaşma arzusu, başkalarının gözünden silinme isteği kadar kendisi tarafından da yok sayılmayı amaçlar. Kendi yalnızlığından bile şikayet eder, yalnızlığın kesif bir yalınlık olduğundan ve kendisini de aradan çıkarmayı düşünür. Ancak bu şekilde yalnızlığa ulaşabilecektir, yalnızlığı istemesinde ise başkalarının bakışında her zaman küçük-ötekileri görmeye mahkum oluşu belirleyicidir. Bundan ötürü, kendisine yarattığı arzu nesnesi, kendisinden kurtulmak ve ancak böyle tamlığa ulaşmak isteğidir.[3]
Böylece Moscarda etrafındakilerin tanıdığından başka bir portre çizer, “delilikler” –ve saldırganlıklar- yapar, sonunda ise eşinin arkadaşı Anna Rosa sayesinde bir tür tamlığa ulaşmış gibi gözükür. Anna Rosa’ya kendi benliğine kavuşmak için benliklerinden vazgeçmesini anlatması, karşı tarafa ilkin çekici gelse de ardından kadın dehşete düşer. Keza insanlar bununla yüzleşmek istemiyordur:
“Etrafındakileri, başka gözlerin onları nasıl gördüğünü bilmeyen gözlerle görmek. Anlaşılmamak için konuşmak. Kendi için bir şey olmanın hiçbir kıymet taşımaması. Kendinde gerçek olan bir şey yoksa, hiçbir şey gerçek değildi. Herkes yalnızlığının içini bir şekilde doldurmak ve bir biçimde hayatını günbegün kurmak için, etrafındakilere kendi adına bir gerçeklik addediyor ve sonra da onları gerçek olarak benimsiyordu.” (121)
Pirandello, insanın düştüğü bu çıkmazdan kurtulmasını sağlayacak kurtuluş reçetesi sunmaz. Sadece etrafımızdakiler tarafından algılanan benliğimiz ile kendi benliğimiz arasındaki korkunç uçuruma işaret eder. Bu durum da ister istemez, dayanağı olan ilişkiler kurmaktan özneyi alıkoyacaktır. Moscarda’nın etrafındaki herkes, adeta ona yabancıdır, hepsinin belirli bir mesafesi vardır, eşi bile kendisine başka bir isimle hitap etmektedir. Böylesi yalıtılmış bir dünyada, hem var olabilmek için başkalarına ihtiyaç duyarken, hem de onların yanılsamaları üzerine var oluş nasıl mümkün olacaktır? Moscarda kendisini manevi anlamda öldürmekle bir nebze bütünlüğe ulaştığını söyler ama bu türden bir ölüm, yaşamın karşıtı olan ölüm değildir, sadece “büyük-öteki”den –Efendi’den- kurtulmaktır. Sadece an’da soluk alıp vermek –bu trajik eylem- Moscarda’nın bütünlüğünü sağlar gibi gözükür.[4] Ama bütünlüğün bile bir gerçeklik algısı olduğunu, parçalanmış benliklerimiz içine sıkışıp kalmayı çok geçmeden anlayacaktır:
“Bize verilen bir gerçeklik yoktur, aslında halihazırda bir gerçeklik de yoktur fakat eğer biz olsun istiyorsak, onu kendimiz kurmak zorundayızdır; ancak gerçeklik daima ve sınırsızca değiştiğinden, herkes için, her zaman geçerli tek bir gerçeklik olamaz. Bugünkü gerçekliğin yegâne gerçeklik olduğu yanılsaması bir yandan bize dayanak sağlasa da, diğer yandan bizi dipsiz bir boşluğun içine sürükler, çünkü bugünün gerçekliği, yarın yanılsama damgası yemeye mahkûmdur. Hem zaten yaşam bir sonuca varmaz. Varamaz. Yarın bir sonuca varacak olsa her şey sona erer.” (244)
Buradaki ifade ile Lacan’ın da söylemek istediği birdir: Bütünlüğe hepimizin ihtiyacı var, hepimiz bir birlik durumunu özlüyoruz; ama doluluğa-tamlığa erişmek mantıksal olanaksızlıktır. Kişi özne olduğu sürece başkası daima nesnedir. Sartre da aynı noktayı sevgi üzerinden ifade eder: Birisini sevdiğimizde, o kişinin sevgisini isteriz. Özne, dünyasını haliyle dilden kuruyorsa –aksi olabilir mi?- dilinin ya da kendisinin talepler bütünü, başkalarını her zaman nesne yapacaktır. Özne-nesne ilişkisinde ise sorumlu olunacak bir taraf yoktur. Belki de kaybettiğimiz veya parçalara bölünmüş benliklerimiz tam da sorumsuz olduğumuz için böyledirler. Emmanuel Levinas’dan son bir alıntı ise bir çözüm değil ama en azından umut taşımamızı gösterir ve Moscarda ile başlayan ve on binleri aynı konuda toplayan ifadenin özünü bulur: Bütünlüklü olmak, sorumlu olmak demektir. Ötekine karşı sorumlu olmak.
KAYNAK
Jacques Lacan, Baba-nın-adları, çev. Murat Erşen, Monokl, İstanbul 2014
Jean-Pierre Clero, Lacan Sözlüğü, çev. Özge Soysal, Say, İstanbul 2011
Jean-Paul Sartre, Varlık ve Hiçlik, çev. Turhan Ilgaz-Gaye Çankaya, İthaki, İstanbul 2009
Madan Sarup, Postyapısalcılık ve Postmodernizm, çev. A. Baki Güçlü, Ark Yay., Ankara 1995
[1] Luigi Pirandello, Biri, Hiçbiri, Binlercesi, Çev. Nevin Yeni, Alfa Yayınları, 2016 –alıntılar bu baskıdan yapılmıştır.
[2] Varoluşçu felsefede üzerinde ısrarla durulan “insanın başkalarınca insan kılınması” pek çok düşünürün merkezi sorunudur. Roman nezdinde ise bir yerli karakterden söz etmek yerinde olacaktır. Anayurt Oteli’nin ‘kahramanı’ Zebercet, küçüklüğünden beri başkaları tarafından görülmemiştir. Ne zaman ki bir kadın kendisini biraz olsun görecek olur, o zaman varlığını sorgulamaya başlar. Fark edilmesi ve bunun hemen kesintiye uğraması, Zebercet için yıkım olacaktır. Yıkım, her zaman görülmek isteyen ama görülmeyen kişilerin lanetidir.
[3] Çünkü onu rahatsız eden Sartre’ın deyişiyle “kendisiyle karşılaşmanın şoku” ve “varettiğim biçimiyle bedenimden rahatsız olamam. Beni rahatsız etmesi gereken, başkası için olduğu haliyle bedenimdir. Onu [benliğimi] sahiplenmek için giriştiğim bütün edimler benden kurtulur, bu edimler bana belli bir mesafede başkası-için-beden olarak sabitlenirler. Böylece durmadan ‘körlemesine’ eylemek, sonuçlarını asla bilmeksizin rastgele atış yapmak zorundayım. Bu yüzden, girişimlerinin beyhudeliğini kabullendikten sonra kişinin çabaları başkası için-bedenini ortadan kaldırmaya yönelecektir. ‘Ortadan kaybolmak’, ‘görünmez olmak’ vb. temenni ederken yok etmek istediği, kendi-için-bedeni değil, yabancılaşan-bedeninin bu kavranamaz boyutudur.” Bknz. Varlık ve Hiçlik, Bedenin Üçüncü Ontolojik Boyutu
[4] Varlık felsefesinde ve modern edebiyatta Antikçağ felsefesine atıfla tamlık’a ulaşma arzusu hep baskındır. Tamlık olanın dağıtıldığı ve tanrılardan kopuş ile insanın ne yapacağını bilemez halde oluşu büyük edebiyatın da konusudur. Bunu etkili bir biçimde başlatan isim –Heiddeger ve Adorno gibi isimlerce- Hölderlin’dir. Empedokles adlı trajedisinde insan olmanın devşirilmiş ve ikame edilmiş parça benliklerden oluştuğunu fark eden Empedokles, kendisini bir yanardağa bırakarak tamlık’a karışmak ister. Trajedi bu sonda değil, tam da dayanaksız olan “küçük-benliklerin” keşfinde belirir.