Sadık Hidayet’in intiharı hangi bağlamda ele alınmalı? Kendi bedeni üzerinde söz sahibi olabileceği, Doğu toplumlarında sosyo-kültürel açıdan olanaksız olan intihara karar verişini nasıl açıklamalı? Yaşamınca Batılı olabilmenin sancısını çekti ve ölümünü en azından buna uygun tasarladı. Ona ölümü getiren intiharına karamsarlık, kasvet, yalnızlık ve derin sancılarla ilerledi. Ölüm söz konusu olduğu için burada Batılı bir hüzün vardır ama Hidayet’in vardığı noktada ölüm üzücü bir şey değil, bizzat –etkilendiği Budist öğretiye göre- yaşamın kendisi olarak karşımıza çıkar. Yıllar içerisinde yazdıklarına sinmiş halde bulunan ölüm arayışının izini sürmek, Sadık Hidayet’in anlaşılması, yaşamında sancısını duyduğu “Kim okuyor beni?” sorusuna bir yanıt arayışı kadar sanatçının intihara giden sürecinin eserlerine yansımasının görülmesi ve bir okur vefası olacaktır. Onun hayali ölümünü tasvir etmek, gerçeğine çok daha yakınlaştıracaktır bizi.
“Şimdiye dek her geliş gidişimde, içinde hapis olduğum, duyularla örülmüş bu evin, ustasını aradım durdum. Ey Usta! Şimdi seni buldum. Bir daha bana ev yapamayacaksın, bütün kirişlerin kırıldı, payandaların çöktü. İçimde uyanışın sessizliğinden başka bir şey kalmadı.” Dhammapada 11:54
Fotoğraf, 9 Nisan 1951 günü, Paris’te Championnet caddesindeki bir dairede çekilmiştir.[1] Az evvel, Paris’teki (ve yaşamındaki) tek tük dostlarından olan orta yaşlarda bir adam Hidayet’i günlerdir görmediği için merak etmiş ve kapısını çalmıştır. Burada biraz hafiyeliği tutmuş gibi gözükmektedir arkadaşının, çünkü apartmandaki her daire kapısının altında boşluk olduğunu ve oradan ışık sızmakta olduğu gözüne takılmıştır. Sadık Hidayet’in kapısından ise ışık sızmamakta, karanlıkta kalmaktadır. Eğilir ve işaret parmağını eşikte gezdirir. Parmağı kumaş benzeri bir şeye takılınca telaşlanır, kapıya daha sert vurmaya başlar. Kapı açılmayınca koşup kapıcıyı bulur, yıllardır tam öğrenemediği Fransızcasına bir de telaşı eklenince meramını kapıcıya zar zor anlatır. Kapıcı içeriyi dinledikten ve eşikteki kapalılığı görünce kapıyı kırmak gerektiğini belirtir. İki adam, omuzlarını kapıya dayayıp ileri geri salınarak kapıya sertçe yüklenirler. Kale kuşatmasındaki askerlere benzemektedirler ama onlar az sonra girecekleri şehirde yaşamı değil, ölümü bulacaklardır. Kapıyı kırıp daireye girdiklerinde arkadaşı “Sadık, Sadık!” diye seslenir. İçeride ağır bir koku vardır, kapıcı gidip pencereyi açar. Küçük dairede onu bulmaları zor olmaz. Arka tarafta, güneş görmediği için perdeleri hiç açılmayan yatak odasında Sadık Hidayet’i bulurlar. Kapıcı yüzünü buruşturmuş, arkadaşı ise kısa bir “Ah” demiştir. Sanki bu “Ah” üzüntüden değil de kaçınılmaz olanla karşılaştığı için çıkmış gibidir. Kapıcı gidip polise haber verir, polis telsizlerini dinleyen ve kendine haber arayan meraklı gazetecinin birisi de peşlerine düşer. Daireye geldiğinde fotoğrafını çeker ve ertesi günkü bulvar gazetesinde yayımlanacak haberini cebinden çıkardığı küçük deftere not eder. Ertesi gün, dünyanın tüm uğultusu arasında kısa, önemsiz ve sıradan kalmış bir haber görülür gazetede:
İRANLI YAZAR İNTİHAR ETTİ
İsmi Sadık Hidayet olduğu anlaşılan, uzunca bir süredir Paris’te yaşayan yazar mösyö Hidayet’in cansız bedenine dün öğle saatlerinde tesadüfen dairesine ziyarete gelen arkadaşı tarafından ulaşılmıştır. Havagazı musluğunu açarak öldüğü anlaşılan ve arkasında ölümüne dair hiç not bırakmayan yazarın, yanında birkaç öykü müsveddesi bulunmuştur. Olayla ilgili araştırma sürmektedir.
Bir daha olayla ilgili gazetelerde tek kelime edilmez. Fotoğraftan, Hidayet’in yatağa uzanıp havagazı musluğunu açtıktan sonra ölümle yaşam arasında geçen süre içinde neler düşündüğünü, hissettiğini çıkaramıyoruz. Fakat aldığı yarı cenin halinden, yatağı bir rahim rahatlığında sahiplendiğini görebiliriz.
“[aradığım] hal, ceninin ana rahmindeki halidir. Koşuşturmadan, mücadele etmeden, kimseye yağ çekmeden, sıcak, yumuşak ve kızıl bir duvarın içinde iki büklüm vaziyette durmak. Yavaş yavaş annesinin kanını emer, tüm ihtiyaçları kendiliğinden karşılanır. Bu, her insanın yaratılışında var olan, kaybolmuş cennet nostaljisidir. Orada insan kendinde, kendi içinde yaşar.”[2]
Hidayet’tin nostaljisi, geçmişe değil geleceğe yöneliktir. Geleceğe dönük nostalji, XX. yüzyıl ile şekillenmiş, geçmişin yükünün ve ağırlığının altında ezildikçe kendilerine “kaybolmuş cennet” tasavvurunda bir gelecek inşa etmek isteyenlerin arzusudur. Dünyayı değiştiren, eskiden koparan pek çok olay olmuş ve bunlar oldukça hızlı gerçekleşmiştir. Teknoloji, ekonomi, bilim geliştikçe kültür de değişmiş, kültür değiştikçe insanlar da değişmek zorunda kalmışlardır. Diğer alanların aksine kültür değişikliği hızlı olmayıp uzun bir zamana yayıldığı için diğer alanları yakalamak pahasına kendisini hızlı olmaya zorlamış, tüm bu hızın içinde insanı gözden çıkarmış, bireyi ortadan kaldırmış, bütün halde insanı kavramıştır. Birey yok olunca, bütünlüklü olanın da ancak sentetik olabileceği bu değişim hızının farkına ilk varan sanatçılar olmuş, sancılarını anlatmışlardır. Bunu ilk görenlerden ve Hidayet’in de çok etkilendiği Kafka’yı, John Berger şöyle tanımlıyor: “Kafka bunu (değişimi ve hızını) ilk görenlerden oldu. Bu öyle bir pazarlıktı ki insan, geçimini sağlamaya karşılık varlığının kaale alınması hakkından vazgeçiyordu. O zamana kadar insanlığın yarattığı hiçbir tanrı, böylesi bir cezayı verme gücüne sahip olmamıştı.”[3]
Kafka’yı çok seven Hidayet de bunu görmüş olmalı. Kaleme aldığı Kafka’nın Mesajı[4] isimli yazıda: “Kafka’nın aradığı şey, kendisi ve başkaları için kulluk ve tutsaklık zincirinden kurtularak özgür olmaktır,” diye yazar. Burada Kafka üzerinden kendi sancıları ve hasretlerini anlatır. Bir dönem, İran’da memur olarak çalışmış –tıpkı Kafka’nın anlattığı belgeler arasında yitip gitmiş memurlar gibi- bu işini geçimini sağlamak için zorunlu olarak yapmış ama gördükleri, başkalarının eğilip bükülürken takındıkları rahat tavırlar, kendisinden istediklerini bilmeden bir şeyler isteyenler, çalışmanın kişiliğini bırakarak her türlü eza ve cefaya katlanmak oluşu, bu katlanılmaz aynılık yazısına yansır: “Kafka için her şeyin aynı (sahtelikte) olduğu dünya katlanılmazdır.”
Hidayet, bir dönem Hindistan’a giderek burada Pehlevice öğrenir. Yanı sıra Budizm ile de tanışır. Budizm’de önceleri duymaya başladığı ama adlandıramadığı “sahtelik”in karşılığını bulur. İngiliz işgali altında Hindistan’da dönemin ihtiyaçlarına göre Budizm kendisine farklı yollar bulmuştur. 1800’lerin sonunda gelişen Sir Ramakrishna ve Swami Vivekananda’nın formüle ettiği Vedanta Yolu, ikili yaşam ilkesi üzerine kuruludur. Kütüphaneden çıkmayan Hidayet’in bu öğreti ile karşılaşması kuvvetle muhtemeldir. Temelde “mutlak bir’e” ulaşmak için dünyevi olandan tamamen kopmaktır. Ama bir inziva hayatından öte gündelik olandan kaçınmak, yaşamdaki tüm “sahtelikleri” ve zorunlu gibi görülen fakat hiç de zorunlu olmayan pratiklerden vazgeçmektir. Hakiki bilgiye ulaşıldığında (tefekkür ile mümkündür), insan kendisini sevinçlerden ve çilelerden kurtaracak, dingin bir denge durumuna ulaşacaktır.
Bu arayışta olan ise disiplin göstermelidir, kendisine dayatılan her şeye (pasif direniş) karşı koymalı ve iç sessizliği yakalamalıdır. İç sessizlik kişiyi tüm sahteliklerden arındıracak, sessizliği temelde en ahenkli ses olacaktır. Burada geri çekiliş, kaçış, Sartre’ın deyişiyle “Sahneye koyulmuş bir yorgunluk” değil bizzat karşı-duruşun ve karşıt-dilin sembolü olacaktır. Söylem, yüzeysel olan gündelik yaşama ait gözükmekte, insanın kendisinin gereksiz söylemden uzaklaştırması öngörülmektedir. Bu söylemin içine sadece dili değil, gündelik yaşama dair her türlü pratiği koymak mümkündür. Belirsiz olan ve tam da belirsizliğinden ötürü aynı olan gündelikten korunmanın yolu, kendini geri-çekiştir ve bu geri-çekiş içsel anlamda ileriye-gidiş ile açıklanır. Makul olan egonun hapsettiği hırstan, “yağ çekmekten”, başkalarına dilekçeler yazarak arz-ı hal eylemekten uzaklaşmaktır.[5]
Yine de Hidayet’in bu öğretide ne kadar yol aldığını kestirmek güç. Çünkü Hindistan’dan dönmüş, İran’a ve son olarak da Paris’e gelmiştir. İran’da İslam ile değil, Ateşperestler öyküsündeki gibi daha tinsel bulduğu Zerdüştlük ile ilgilendiğini görüyoruz. İslam, Hidayet için “Hacı Ağa” ile karşılığını bulmuş ve İslam, aç gözlülerin, güçlü olmak isteyenlerin ellerinde nasıl dönüştüğünün karşılığıdır. Toplumda az olan ve bu yüzden kendi içlerinde yaşanan Zerdüşt, Budizm gibi inançlara olan ilgisi gündelik olandan uzak oluşlarıyla ilgili olabilir. Öykülerinde gittikçe artan ölüm, yalnızlık ve tinsel kurtuluş düşüncesi bu inançlar etrafında şekillenmeye başlar. Ölümün korkulacak bir şey değil, Kör Baykuş’ta[6] söylediği gibi “sadece ölüm yalan söylemez bize” şeklinde yalandan kurtuluş, sahtekârca davranışları bırakmak ve kendini tam olarak bulabileceği, “mutlak bir”e kavuşacağı bir kavram olarak görmeye başlaması da böylece anlaşılır oluyor. Zerdüşt ve Budizm’de aşırılıkları olmayan yaşam sadece tanrısal olana yöneltilmekle bulunabilir. Hidayet içinse tanrısal olan ölüm’dür artık. Yaşamın ham gerçeklerine ulaşma arzusunda, yalnızlığından, yazdıklarının karşılığı olmamasından geldiği yer karamsarlık ve bundan kurtuluş yolu olarak “her şeyi aklayacak ölüm”ü seçmesidir.
Geri çekilme başarılı sürdüğünde avidyã (yanlış bilgi) ve vemãyã (yanılsama)dan kurtularak, dingin bir yaşama kavuşmakla sonuçlanmaktadır. Hidayet ise dingin bir ölüme varır. Ait hissedemediği Paris’te, kendisini uzak bulduğu Tahran’da ve “bir yerden sonra egzotik gözüken” Hindistan’da, hep arayışını sürdürmüş, Kör Baykuş’un kahramanı gibi “çakıllar arasında dolaşırken her şeyde ölümü görmüş”tür. Ölümün Hidayet için kurtuluş olması, yanılsama olandan çıkma isteğinde kendisini gösterir. Zihin bilgeliğe kendine çekilme ile ulaşacaksa, ölümden ayrı kendine dönüşten başka ne olabilir ki? Diri Gömülen’de ölmek isteyen ama bir türlü ölemeyen bir adamın öyküsünü anlatırken, burada da bahsettiği yine kendisidir. Her şeyden bıkmış, nefret etmiş, kimseye meram anlatamayan bu adamın sancısı basit bir yalnızlık değil, ölümü arzulayan ve bütüne ulaşmaya çalışan bir keşişin acısıdır. Keşiş, yaşamı kutsal bulduğu için ölümü düşlemezken, Hidayet için kutsal olan bizzat ölümdür. Mikrodan makroya dönüşmek, onunla bütünleşmekle, kendisini yanardağa bırakan Empedokles gibi mümkün olacaktır. Yanılsama bizzat yaşamdır.
Kültürel parçalanma sonucu sanatçının özgürlüğü artsa da seçtiği mistik yol kendisini bir çıkmaza düşürecektir. Şöyle ki, keşişin yalnızlığı kendi iç tatminini bağlam içerisinde verirken isteği bir şeyler anlatmak olan sanatçının sessizliği nasıl açıklanabilir? Sanatçı ne olursa olsun sanatını yapmaya karar verdiğinde özel olanın dışında okuru, izleyeni, dinleyeni arasında bir genel kanıya varmak yükümlülüğü taşır. Çünkü neden başka konuyu değil de o konuyu seçmiştir? Seçme kararının haklılığı ise “son söz”de kendisini gösterir. Varacağı bu anlaşma eserinin niteliğini belirleyecektir. Ne denli soyutlama yaparsa yapsın, sanatçının seçtiği konu somut anlamda uzlaşıya varmalıdır. Hidayet’in eserlerine yayılmış ölüm konusu ise oldukça somuttur. Seçtiği keşiş yaşamı sessizliği getirmekte, sessizlik arttıkça anlatma isteği de büyümekte ve burada artık sadece tek bir şeyden bahsediyor olmaktadır: ölüm veya ölümden beter yazgılar. Kendi idealize yaşamı, her mistifikasyon gibi zorunluluktan doğmuş, idealist olduğu için görünürde kendine yeter hale gelen ama içten içe parçalanmışlığını sezen, ideali uğrunda yalnızlaşan sanatçının bir açmazı olmuştur. Keşişlik tinsel olana yararken sanata ket vurmaktadır çünkü sanatçı bu kesif yalnızlığında konu bulmakta güçlük çekecektir.
Şiddetle artan coşkusu, hasretleri, bir şeyleri değiştirme arzusu konu bulma güçlüğünden ötürü aktarılamayacak ve tek ya da baskın olan konuya tekrar tekrar dönecektir. Ölüm sadece bedensel işlevin durması olarak değil, tüm bu duygularının sessizce sembolü haline gelecek, okuru için ölümden bir kültür yaratacaktır. Kafka’nın Mesajı’nda böyle olduğu için acıyla af dilemektedir adeta: “Sonunda en şiddetli cezaya çarptırılırız ve boğucu bir gün ortasında kanun adına bizi tutuklayan kişi bıçağını saplar kalbimize; köpek gibi geberir gideriz. Cellat da suskundur, kurban da.”
Ölümün bu sessizliği kutsallığın huşusudur aynı zamanda. Var olma isteği uyanışı beraberinde getirmiş, var olma isteği, Samudaya’ya uygun olarak yok olma isteğine kendisini bırakmıştır. Yok olmak, bırakamadığı Batı’nın düşünce külfeti arasında ancak ölüm olarak karşısındadır artık. Başka insanlar kurtaramazdılar bu noktada kendisini, yardımcı da olamazdılar. Kimsenin özünde sorumluluk anlamı taşıyan sevgisi ulaşamaz bu yere. İnsanın ancak kendi kendine ulaşacağı bir kurtuluştur burası. Ama yok olmayı mutlak yokluk olarak algılamamalı, var olmayan, varlığa dönüşecek bir potansiyel taşımaktadır. Hayyam’ın şiirlerini yayına hazırlayan ve bir de inceleme yazan Hidayet, bu rubailer arasında en çok “Mutluluk iste. Çünkü ömür dediğin bir andır.”[7] dizesiyle ilgilenir. Ömrün çabucak geçtiğini vurgulamaz burada. Daha çok, hiçbir şeyin bir andan daha sürekli olamayacağına dikkat çeker.
Bir an’dan diğerine kendisini özdeştirerek, Budizm’de anikka denilen anlamı yakalamaya çalışmaktadır. An’lık olandan kurtuluşunu, sürekliliğini ve özgürlüğünü ölümün yenidendoğuşu ile sağlayacaktır. Çünkü anlar oldukça diğer anlar için yenidendoğuş yaşanmaktadır. Anlarla özdeştikçe, yanılgıları oluşturan parça anlardan kurtuldukça –anlardan sıyrıldığı için- ölümsüzlüğe kavuşacaktır. Çok önceleri, 1926’da, Ölüm[8] adlı yazısında, her şeyi açıklamıştır: “Sen pırıl pırıl bir ışıksın ama karanlık sanıyorlar seni. Matem elçisi değilsin sen, solgun yüreklerin dermanısın. Hayat geçmek bilmeseydi, ne acı, ne korkunç olurdu. Yaşamın aldatıcı ışıklarına çare bulan sensin ölüm. Hayat kervanında yorgun düşenleri konuk eder, yol yorgunluğundan kurtarırsın. Sözün kısası övgüye layıksın, ebedi hayatsın sen…”
Şimdi fotoğrafına tekrar bakalım. Bu sefer, hiç üzücü gelmeyecek. Yüzündeki teskin olmuş, sahtelikten uzak, kimseye yaranmaya çalışmayan, çocuksu ve bir başına ama kendine yeten birisinin ifadesini göreceğiz. Post mortem nihil est.[9]
[1] BBC Arşivi, (http://www.bbc.co.uk/persian/iran/2011/04/110408_l13_pics_sadegh_hedayat_album.shtml) erişim tarihi 10.11.2016
[2] Sadık Hidayet, Karanlık Oda, Aylak Köpek, çev. Mehmet Kanar, YKY, s. 83
[3] John Berger, Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı, çev. Müge Gürsoy Sökmen -Yurdanur Salman, Metis, s. 69
[4] Sadık Hidayet, Kafka’nın Mesajı, Hidayetname, çev. Mehmet Kanar, YKY
[5] Konuyla ilgili detaylı tahlil için bknz. Sri Aurobindo, Aurobindo 23, Pondicherry, Ashram Press, 1970. Ayrıca yazıda değinilmeden geçilen ama tam olarak anlaşılması için Bhagbad Gita’ya da bakılması gerekir. Bhagbad Gita, bezginlikten nihai olan kurtuluş için dört evre tarif eder, yine bknz. İlhan Güngören, Buda ve Öğretisi, Yol Yayınları. Sadık Hidayet’in Budizm’e olan ilgisi için üzerinde kısa ama açıklayıcı durulmuş şu esere bknz. Homa Katouzian, Sadeq Hedayat: The Life and Legend of an Iranian Writer, I.B.Tauris, 2000
[6] Sadık Hidayet, Kör Baykuş, çev. Behçet Necatigil, YKY
[7] Sadık Hidayet, Hayyam’ın Teraneleri, çev. Mehmet Kanar, YKY
[8] Hidayetname içinde.
[9] Ölüm varsa, mevzu yoktur.