Haber

2023 Nobel Edebiyat Ödülü kazananı Jon Fosse’nin ödül konuşması

1959 doğumlu Fosse, Norveç’in önde gelen oyun yazarlarından biri olarak kabul edilmektedir ve aynı zamanda roman, şiir ve öykü türlerinde de eserler vermektedir.

Ödül konuşmasını “Sessiz Bir Dil” adlı eseri üzerine gerçekleştiren Fosse’nin bu konuşması,  çevirmen Müge Oskay tarafından Türkçe’ye çevrildi. Fosse’nin özgün bakış açısı ve eserlerindeki yenilikçi yaklaşım, edebiyat dünyasında büyük takdir toplamıştır.

Fosse’nin Ödül Konuşması:

“Ben ortaokuldayken, hiç beklenmedik bir şey oldu. Öğretmen benden yüksek sesle okumamı istedi. Ve birdenbire, ezip geçici bir korku sardı beni. Sanki korkunun içinde kayboldum ve ben ben artık bundan ibarettim. Ayağa kalktım ve koşarak sınıftan çıktım. Öğrencilerin ve öğretmenin sınıftan çıkışımı takip eden kocaman gözlerini fark ettim. Sonradan bu tuhaf davranışımı, tuvalete gitmem gerektiğini söyleyerek açıklamaya çalıştım. Beni dinleyenlerin yüzlerinden bana inanmadıklarını okuyabiliyordum. Ve muhtemelen delirdiğimi düşünüyorlardı, evet, delirmenin eşiğinde olmalıydım.

Bu yüksek sesle okuma korkusu peşimi bırakmadı. Zamanla, öğretmenlerden beni yüksek sesle okumaktan mazur görmelerini isteme cesaretini buldum, o kadar korkuyordum ki, bazıları bana inandı ve benden bunu istemeyi bıraktı, bazıları da bir şekilde onlarla kafa bulduğumu düşündü. Bu deneyimden insanlar hakkında önemli bir şey öğrendim. Pek çok başka şey de öğrendim. Evet, büyük olasılıkla bugün burada durup izleyici karşısında yüksek sesle okuyabilmemi sağlayan bir şey. Ve şimdi neredeyse hiç korkmadan.

Ne öğrendim?

Bir bakıma, dilimi benden alan korkuydu ve tabiri caizse onu geri almam gerekiyordu. Eğer bunu yapacaksam, başkalarının koşullarına göre değil kendi koşullarıma göre yapmalıydım. Kendi metinlerimi yazmaya başladım, kısa şiirler, kısa öyküler. Ve bunu yapmamın bana korkunun tam tersini, bir güven duygusu verdiğini keşfettim. Bir anlamda, içimde sadece bana ait bir yer buldum ve o yerden yalnızca bana ait olanı yazabilirdim.

Şimdi, yaklaşık elli yıl sonra, hâlâ oturup yazıyorum – ve hâlâ içimdeki bu gizli yerden yazıyorum, doğrusunu söylemek gerekirse o yer hakkında sadece var olduğundan başka pek fazla bir şey bilmiyorum. Norveçli şair Olav H. Hauge yazma eylemini, ormanda yapraktan barakalar inşa eden, emekleyerek içeri giren, mumlar yakan, karanlık sonbahar akşamlarında orada oturup kendini güvende hisseden bir çocuk olmaya benzeten bir şiir yazmış. Bence bu benim de yazma eylemini deneyimleyişimin iyi bir betimlemesi. Şimdi – elli yıl önce olduğu gibi. Ve daha fazlasını öğrendim, öğrendim ki, en azından benim için, sözlü ve yazılı dil arasında büyük bir fark var, ya da konuşma dili ve edebi dil arasında. Konuşma dili çoğunlukla bir şeyin öyle ya da böyle olması gerektiğine dair bir mesajın monolojik iletişimidir ya da bir görüş veya kanaat içeren bir mesajın retorik bir bildirimidir. Edebi dil hiçbir zaman böyle değildir – bilgi vermez, iletişimden ziyade anlamdır, kendi varlığı vardır. Ve bu anlamda, iyi yazı ve her türden vaaz kuşkusuz birbirinin zıttıdır, vaaz dini veya politik veya ne türden olursa olsun.

Yüksek sesle okuma korkusu yüzünden, yazan bir insanın aşağı yukarı hayatı olan yalnızlığa adım attım – ve o zamandan beri orada kaldım. Pek çok düzyazı ve tiyatro oyunu yazdım. Ve elbette, dramayı karakterize eden şey yazılı konuşmadır, her zaman hayali bir evrene ait olan diyalog, konuşma veya sıkça konuşma girişimi ve monologlar, bilgi vermeyen fakat kendine ait bir varlığı, varoluşu olan bir şeyin parçasıdır.

Düzyazıya gelince, Mikhail Bakhtin ifade biçiminin, anlatma eyleminin kendisinin içinde iki ses barındırdığını öne sürmekte haklı. Basitleştirmek gerekirse: Konuşan, yazan kişinin sesi ve hakkında konuşulan kişinin sesi. Bunlar genellikle birbirine o kadar karışır ki hangi sesin kime ait olduğunu söylemek imkansızdır. Adeta çift sesli bir yazım haline gelir. Ve bu elbette yazınsal evrenin ve onun kendi içindeki mantığın bir parçasıdır.

Yazdığım her bir eserim, bir bakıma, kendi kurgusal evrenine, kendi dünyasına sahip. Her bir oyun, her bir roman için yeni bir dünya. Ancak iyi bir şiir de, çünkü aynı zamanda pek çok şiir yazdım, kendi evrenine sahiptir – o evren esas olarak şiirin kendisiyle ilişkilidir. Ve sonra onu okuyan kişi şiirin evrenine girebilir – evet, bu bir iletişimden ziyade daha çok bir tür iştirak gibidir. Aslında, bunun muhtemelen yazdığım her şey için geçerli olduğu söylenebilir.

Bir tek şey kesin: Asla kendimi ifade etmek için yazmadım, öyle dedikleri gibi, aksine kendimden uzaklaşmak için yazdım. Böylece bir tiyatro oyun yazarı oldum – evet, bu konuda ne söyleyebilirim?

Romanlar, şiirler yazdım ve tiyatro için yazma isteği içimde hiç yoktu, fakat zamanla yaptım çünkü –daha fazla yeni Norveç tiyatrosu yazılması için halk fonuyla desteklenmiş girişimin bir parçası olarak– bir oyunun açılış sahnesini yazmam için, o zamanlar fakir bir yazar olan bana iyi görünen miktarda bir para teklif edildi, ve sonunda oyunun tamamını yazdım, ilk ve hâlâ en çok sahnelenen oyunum, ‘Biri Gelecek.’ İlk defa bir oyun yazışım bütün yazarlık hayatımdaki en büyük sürprizdi. Çünkü düzyazıda ve şiirde, sıradan konuşma dilinde sözlerle ifade edilemeyeni yazmaya çalışırdım. Evet, doğru. Söylenemeyeni ifade etmeye çalıştım, bana Nobel Ödülü verilmesinin sebebi olarak gösterilen de bu oldu.

Jacques Derrida’nın meşhur bir sözünü değiştirerek söylersem; hayattaki en önemli şey söylenemez, sadece yazılabilir. Bu yüzden sessizliğe kelimeler bulmaya çalışıyorum. Dramatik eserler yazarken, sessiz konuşmaları, sessiz insanları düzyazı ve şiirdekinden çok daha farklı bir şekilde kullanabiliyordum. Tek yapmam gereken ‘dur’ yazmaktı ve sessiz konuşma işte oradaydı! Ve benim dramatik eserlerimde dur kelimesi şüphesiz en önemli ve en çok kullanılan kelime – uzun duraklama, kısa duraklama, veya sadece dur. Bu duraklamalarda pek çok şey olabilir ya da çok az. Bir şey söylenemeyebilir, bir şey söylenmek istenmeyebilir ve ya en iyisi hiçbir şey söylemeden söylenmesidir. Yine de, bu duraklamalar sayesinde en çok konuşanın sessizlik olduğundan eminim.

Düzyazılarımda, belki tüm tekrarların tiyatro oyunlarımdaki duraklamalar ile benzer bir işlevi var. Ya da belki de bunu şöyle düşünüyorum, oyunlarımda sessiz bir konuşma varken romanlarımda yazılı dilin arkasında sessiz bir dil var, ve eğer iyi edebiyat yapacaksam, bu sessiz konuşmalar da ifade edilmeli, birkaç basit ve somut örnek kullanarak ifade etmek gerekirse, örneğin Septology’de bu sessiz dil, birinci Asle ve diğer Asle’nin muhtemelen aynı kişi olabileceğini söyler ve yaklaşık 1200 sayfalık uzun roman belki de sadece bunun yazılı ifadesinden ibarettir. Ancak sessiz bir hitap ya da sessiz bir dil, çoğunlukla eserin bütünlüğünden konuşur. Bir roman ya da bir oyun veya bir tiyatro prodüksiyonu olsun, önemli olan ayrı ayrı parçaların kendisi değil, bütünlüktür, ki bu da aynı zamanda her ayrıntıda olmalıdır – ya da belki bütünlüğün ruhundan bahsetmeye cüret edebilirim, bir şekilde hem yakından ve hem uzaktan konuşan bir ruh. Eğer yeterince yakından dinlerseniz, o zaman ne duyarsınız? Sessizliği duyarsınız. Ve söylendiği gibi, sadece sessizlikte Tanrı’nın sesini duyabilirsiniz. Belki de.

Yeryüzüne geri dönersek, tiyatro için yazmanın bana kattığı başka bir şeyden bahsetmek istiyorum. Yazmak yalnız bir meslektir, dediğim gibi, ve yalnızlık iyidir – başkalarına geri dönme yolu açık olduğu sürece, başka bir Olav H. Hauge şiirinden daha alıntı yapacak olursam. İlk defa yazdığım bir şeyin sahnelendiğini gördüğüm zaman beni etkileyen şey, evet, yalnızlığın tam tersiydi, birliktelik duygusu, evet, sanatı paylaşarak sanat yaratmak – bu bana büyük bir mutluluk ve güven duygusu verdi. Bu anlayış beni o zamandan beri takip etti ve inanıyorum ki bu yaptığım işe yalnızca huzur içinde devam etmemde değil, aynı zamanda oyunlarımın kötü prodüksiyonlarından bile bir çeşit mutluluk duymamda rol oynadı.

Tiyatro büyük ölçüde bir dinleme eylemidir – bir yönetmen metni dinlemeli, en azından dinlemeye çalışmalı, oyuncular metni, birbirlerini ve yönetmeni dinler ve seyirci tüm performansı dinler. Ve yazma eylemi benim için dinlemektir: Yazarken asla hazırlanmam, hiçbir şey planlamam, dinleyerek ilerlerim. Bu yüzden yazma eylemi için bir metafor kullanmam gerekirse, bu dinlemek olmalı. Dolayısıyla, söylemeye bile gerek yok, yazmak müziği hatırlatır. Ve bir ara, ilk gençlik dönemimde, sadece müzikle uğraşmaktan yazmaya doğru direkt geçiş yaptım denebilir. Hatta müzik yapmayı ve müzik dinlemeyi tamamen bıraktım ve yazmaya başladım, yazarken, enstrüman çalarken deneyimlediğime benzer bir şey yaratmaya çalışıyordum. O zaman yaptığım buydu – ve hâlâ yaptığım şey bu.

Bir şey daha, belki biraz garip, yazarken belli bir noktada her zaman şu his gelir; metin zaten yazılmış, orada bir yerlerde, içimde değil ve yok olmadan önce onu yazmalıyımdır. Arada sırada hiçbir değişiklik yapmadan bunu başarabilirim, diğer zamanlarda yeniden yazarak, kesip biçip, düzenleyerek metni ararım ve zaten yazılmış olan metni dikkatlice ortaya çıkarmaya çalışırım. Ve tiyatro yazmak istemeyen ben, on beş sene boyunca sadece bunu yaptım. Ve hatta yazdığım oyunlar sahnelendi, evet, zaman geçtikçe pek çok ülkede pek çok prodüksiyonları yapıldı. Buna hâlâ inanamıyorum. Hayat gerçekten inanılır gibi değil.

Tıpkı Nobel Edebiyat Ödülü’nü almamla bağlantılı olarak bugün burada durmuş yazmanın ne olduğu hakkında şöyle ya da böyle anlamlı bir şeyler söylemeye çalıştığıma inanamıyor olduğum gibi. Ve anladığım kadarıyla hem tiyatro oyunlarım hem düzyazılarımdan dolayı ödüllendirildim. Yıllarca neredeyse sadece oyunlar yazdıktan sonra, birdenbire bu kadar yeter dedim, evet yeter, ve oyun yazmayı bırakmaya karar verdim. Fakat yazmak bir alışkanlık haline gelmişti ve onsuz yaşamayı beceremezdim –belki de Marguerite Duras gibi, buna bir hastalık diyebilirsiniz– bu yüzden her şeyin başladığı yere dönmeye, oyun yazarı olmadan önce yaklaşık on yıl boyunca yaptığım gibi düzyazı ve başka türlerde yazmaya karar verdim.

Son on beş yıldır bununla meşguldüm. Yeniden ciddi şekilde düzyazı yazmaya başladığımda, bunu hâlâ yapabileceğimden kuşkuluydum. Önce Üçleme’yi yazdım – bu roman için Kuzey Konseyi Edebiyat Ödülü’ne layık görüldüğümde, bunu bir düzyazı yazarı olarak da sunabileceğim bir şeylerim olduğuna dair önemli bir onaylanma olarak yorumladım. Sonra Septology’yi yazdım. Ve bu romanı yazma sürecimde, bir yazar olarak en mutlu anlarımı yaşadım, örneğin bir Asle diğer Asle’yi karların içinde yatarken bulup onun hayatını kurtardığında. Ya da sonunda, ilk Asle, ana karakter, eski bir balıkçı teknesiyle, tek ve en iyi arkadaşı Åsleik ile, Åsleik’in kız kardeşiyle Noeli kutlamak için son yolculuğuna çıkarken. Uzun bir roman yazma planım yoktu fakat roman bir şekilde kendini yazdı ve uzun bir roman ortaya çıktı ve pek çok bölümü öyle rahat bir akıcılıkta yazdım ki hemen her şey olması gerektiği gibiydi. Ve sanırım mutluluk diyebileceğimiz şeye en yaklaştığım zaman buydu. Septology’nin bütünü içinde yazdığım diğer pek çok eserin anılarını barındırıyor ama farklı bir ışık altında yansıtıyor. Bütün roman boyunca tek bir nokta işareti olmaması bir icat değil. Yalnızca ben o romanı o şekilde yazdım, bir akış halinde, bir noktayla durmayı talep etmeyen tek bir hareketle.

Bir kere söyleşilerden birinde yazmanın bir tür dua etmek olduğunu söyledim. Ve basıldığını gördüğümde utandım. Fakat daha sonra bir teselli gibi, Franz Kafka’nın da aynısını söylediğini okudum. Yani belki de – demek ki doğru olabilir?

İlk kitaplarım oldukça kötü eleştiriler almıştı fakat eleştirmenlere kulak asmamaya karar verdim, sadece kendime güvenmeliydim, evet, yazdıklarıma sadık kalmalıydım. Ve eğer bunu yapmasaydım, evet, o zaman kırk yıl önce ilk romanım, Raudt, Svart (Kırmızı, Siyah) çıktıktan sonra yazmayı bırakmış olurdum. Daha sonra çoğunlukla iyi eleştiriler aldım, hatta ödüller kazanmaya başladım – ve o zaman aynı mantıkla devam etmemin önemli olduğunu düşündüm, eğer kötü eleştirileri dinlemiyorsam, başarının da beni etkilemesine izin vermeyecektim, yazdıklarıma sıkı sıkıya tutunacaktım, onlara sarılacak, yarattıklarıma bağlı kalacaktım. Sanırım bunu yapmayı başardım ve gerçekten inanıyorum ki Nobel Ödülü’nü aldıktan sonra bile bunu sürdüreceğim.

Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldüğüm açıklandığında birçok e-posta ve tebrik aldım ve tabii ki çok memnun oldum. Tebriklerin çoğu sade ve neşeliydi, fakat bazı insanlar coşkuyla bağırıyor olduklarını, bazılarıysa gözyaşlarına boğulduklarını yazdılar. Bu gerçekten beni duygulandırdı. Yazdıklarımda pek çok intihar var. Düşünmek istemediğim kadar çok. Bundan dolayı intiharı meşrulaştırmaya katkıda bulunmuş olabileceğimden korkuyordum. Bu yüzden beni herşeyden çok etkileyen, yazdıklarımın açıkça hayatlarını kurtardığını içtenlikle yazanlar oldu. Bir anlamda her zaman yazmanın hayat kurtarabileceğini biliyordum, belki benim kendi hayatımı bile kurtardı. Ve eğer yazdıklarım başkalarının da hayatlarını kurtarmaya yardım edebiliyorsa, hiçbir şey beni bundan daha mutlu edemez.

İsveç Akademisi’ne Nobel Edebiyat Ödülü’nü bana verdiği için teşekkür ederim. Ve Tanrım, sana teşekkür ederim.”

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu